17 Eylül 2011 Cumartesi

ben uzun bi süredir bok yemedim

Meme kanseri için duyarlılık geliştirme kampanyasıymış. Bayılıyorum şu halkla ilişkiler kampanyalarının naifliğine. Ne de tatlısınız! Eki eki, hadi facebook'tan herkes yemediği şeyi yazsın, sonra da meme kanseri için duyarlı olalım. Kuzum sizinki ne kafası allasen? Söyleyin, ben de istiyorum.

21. yy steril eylemcileri, yerim ben sizi...

Ulen millet Facebook üzerinden haberleşerek yönetimi değiştiriyor, siz hala duyarlı olalım ayaklarındasınız. Olalım tabii, o zaman hadi yarın gidip İstiklal'de yürüyelim yıllardır süregelen yamuk yumuk sağlık politikalarını protesto için? Event açması benden. Hepiniz narin parmaklarınızla "attending" diyip sonra kayboluyorsunuz ama...

Yeni ameliyat olmuş yakınınızın dikişlerini aldırmak için gittiği devlet hastanesinde, sizi itip kakalayan güvenlik görevlisine "N'apıyorsun arkadaşım" diye ayaklandığınızda "Ay lütfen gürültü yapmayalım, sonra tartışırsınız hanfendi, bakın burada sırada bekliyoruz" diyen arkadaş, sanırım sen de doğduğundan beri hiç dayak yemedin. Yaz bunu feysbukuna!


14 Temmuz 2011 Perşembe

il y a un truc qui me manque


Uzaylı Zekiye Paris'ten bildiriyor sevgili izleyenler

Ulen tez yazmak için oturdum, bak yine kendimi bambaşka yerlerde buldum. Allahım benim neyim var? Ya da neyim eksik?

Paris'e geleli 14 gün oldu. Çok acılı bi geliş yaşadım. Bin ton ağırlığındaki bagajlarımla birlikte yuvarlana yuvarlana geldim. Tabii o sürede valizin tekerleğinin bozulması, metro merdivenlerinde çantalarla boğuşmam, inmem gereken durakta önümdeki yaşlı Fransız'ın kazulet gibi dikilmesi ve bana yol vermeyişi sonucunda inememem, kalacağım arkadaşımın evine gelmek üzereyken, yolu bulamadığım ve saatin gece 1 olduğu sıralarda telefonumun şarjının bitmesi filan. Bunların hepsi çok tatlı anılar olarak hak ettikleri yeri aldılar. Neyse bi şekilde -kah eş dost yardımı, kah kendi becerilerimle- yeni evime ulaşabildim. Ev arkadaşlarım evli bi çift. Adam Faslı, kadın da Brezilyalı. İlginç bi birliktelik. Ha bu arada kadın hamile. O kadar tatlı insanlar ki hiç konuşmuyoruz. Öyle birlikte yemek yemeler filan da yok. Profesyonel bi ev ortaklığı denilebilir. Çok güzel yani. Ulen insan bi merak eder, sen de kimsin der. Hiçbir şey sormadılar. Hayır belki ben hırsızın, huysuzun tekiyim. Öyle olduğumdan değil tabii ama olabilirdim de. İnsanoğlu garip.

Eve taşındığımın ertesi günü muhteşem stajım da başladı. Başkonsolosluğun "vatandaşlık" biriminde stajdayım. Öyle güzel ki, tüm gün millete doğum belgesi, vukuatlı nüfus kayıt örneği filan veriyorum. Sadece bununla kalmayıp bolca belge katlayıp zarflara yerleştiriyorum. Vatana, millete elimden geldiğince yarar sağlıyorum yani.

Bu kadar şakacılık yeter Zekiye'cim.

Hayatım çok boktan lan! Sıçızladım resmen. Hiçbir şey mi güzel gitmez. Ard arda iğrençlikler yaşayıp duruyorum. Ya da benim heyheylerim üstümde. Birer cümleyle özetlemek gerekirse, şu şekilde sıralayabilirim:

Staj çok çirkin, hiçbir şey öğrenmiyorum, hayatıma hiçbir şey katmıyor
Kaldığım ev saçmasapan bi yerde
Ev arkadaşlarım garip
Çok parasızım
Paris soğuk, Parisliler soğuk ve mutsuz
Metro kokuyor
6 veya 7 Eylül'de henüz var olmayan tezimi sunmam bekleniyor

vee tüm bunlara ek olarak hayatta ne yapacağımı bilmiyorum. Şimdi bunu okuyanlar ağzıma ağzıma çarpmak istiyor olabilir, "ulen kim biliyor ki zaten" diye. Evet, doğru, kimse bilmiyor. Ama ben şu zamana kadar okuldu, masterdı diyerek erteledim durdum ama artık erteleyecek yer kalmadı, sonuna geldim. N'apıcam lan ben bu hayatta? 2,5 ay sonra nerede olacağımı bilmiyorum. Bırak işi gücü, hangi ülkede olacağımı bile bilmiyorum. Kendimi çok güvensiz hissediyorum atam!

Bugün 14 Temmuz, Fransız milli bayramı. Hiçbirimizi ilgilendirmese bile hepimizin 14 Temmuz'u kutlu olsun o zaman. Aralara birçok soru serpiştirdim. Sorulara cevabı olanlar yazmazsa çok üzülürüm, kötü rüyalar görürsünüz inşallah!

29 Haziran 2011 Çarşamba

bir hafta

O oo yine ben. Ya kim olacaktı diyenler olabilir tabii. Uzun bi ara oldu, onu kastetmiştim aslında. Neyse çok komik olmadı.

İstanbul'dan ayrılalı neredeyse bir hafta oluyor. Yarın da Montpellier'den ayrılıyorum. Hayatım uzunca bi süredir bi yerlere, insanlara bağlanıp ayrılmaktan ibaret. Tiksindim artık. Her seferinde de kendimi bok gibi hissediyorum. Skata diye okunur Yunanca'da.

Yaşadığım yerlere, insanlara inanılmaz bi adaptasyon ve
alışma kabiliyeti taşıyorum. Hiç öyle övünmek için söylemedim, aslında pek de güzel bi şey değil, hele benim gibi gezenti tiplerdenseniz. Mesela şimdi Montpellier'den gidiyor olmak çok üzüyor beni. Yine gelirim tabii. Eğer yazarsam ve böylece savunulacak bi master tezim olursa Eylül ayında savunmaya gelmem gerekiyor zaten. Ama benim üzüntüm öyle değil. Mesela bir daha bu odada kalamamak, buranın bir daha bana ait olamamasına filan içerliyorum. Bir daha Arıza Hanım'la aynı sandalyeye oturup, sırt sırta (!) yemek yiyemeyecek olmak filan, basit şeyler yani. Bakıp bakıp üzülmek için fotoğrafını da koyuyorum buraya.
Öte yandan Paris'e gidiyor olmak da heyecanlı bir şey tabii. Her ne kadar yapacağım staj çok sıkıcı olma riski taşıyor olsa bile. Beş parasız olmam da cabası. Cidden çok parasızım be atam! Paris'te bi oda kiraladım. Ev arkadaşlarım evli bi çiftmiş, pek evde kalmıyorlarmış ve çok saygılı insanlarmış. Ben duyduğumu söylüyorum, tanıyıp göreceğiz.

Az önce bi blog okudum yine Berlin'e gidesim geldi. Keşke Paris de Berlin veya Porto gibi bi şehir olsaydı. O zaman çok severdim bak. Ama Paris çok sıkıcı. Aslında şehir güzel olabilir ama insanları mutsuz. Metroya bindiğinizde etrafta bir sürü nefret eden bakış. Defolun demek isterdim ama "sen kim oluyorsun yavrum" diye yapıştırırlardı cevabı. Dil de pabuç!

İşin Türkiye kısmına gelirsek; yaklaşık 1,5 ay boyunca Türkiye'deydim, İzmir'de. Babam kalp ameliyatı oldu. Ne sinirdi ulen! Hastaneler iğrenç yerler. Allah düşürmesin valla. Ha bu arada o iğrenç Şifa Hastanesi'ne kimse gitmesin nolur. "Burası özel hastane, sizinki gibi zor ve riskli ameliyatları almayız çünkü sene sonunda şu kadar bypass ameliyatı yaptık ve %100 başarılıyız demeyi tercih ederiz" diyen sağlık politikasının içine tüküreyim ben!

Her Türk'ün yaptığı gibi ben de bir sürü hastane anısı biriktirdim. Zaten bi hastane anıları bir de askerlik. Onlar da olmasa ne yapardık bilemiyorum. Neyse, insanın babasını öyle görmesi tarif edilemez. Ben tepkimi kusarak gösterdim. Ameliyattan çıktıktan sonra 1 gün boyunca uyuttular babamı. Odasına ilk getirdiklerinde daha hemşire sözünü bitirir bitirmez tuvalete koştum. Korkmaktan, iğrenmekten filan değil, aciz bedenim ne yapacağını şaşırdığından "sen en iyisi bi kus zekiye" dedi. Ailevi nedenler dışında da Türkiye iğrençti. Tam seçim öncesi, tadından yenmez bi haldeydi. Çok çirkin lan! Resmen o ülkeyi çirkinleştirmek için her şeyi yapıyoruz. Yaptığımız her şey, binalar, afişler, seçimler, konuşmalar, hepsi ama hepsi çok çirkin. Bir tanesinin içinde bi güzellik yok. Önemli olan iç güzellik diyenin dilini koparırım!

Dönmeden 2 gün önce de İstanbul'a geldim. Tamam, güzel şehir ama bana pek güzel değildi.

Hayat böyle geçiyor işte. Son bir haftamı ayrılmakla geçiriyorum. Sonumuz hayrolsun.

Uzaylı Zekiye haber ajansı, Montpellier, Fransa

Gitmeden; kardişim hatırlattı, şu şarkı ne güzeldir: http://fizy.com/#s/1lw2yr

28 Mart 2011 Pazartesi

a.k.a. Serena Van der Woodsen

Peki saatler henüz ileri alınmış iken ve artık hava daha geç kararacakken, sabah saat 5'te beni yatağımdan kaldıran sebep nedir a canım, a ciğerim, söyle neyleyelim? Cevap, tabii ki sevgili Gossip Girl. 25'ini tamamlayıp 26 yaşından eser miktarda gün almış biri olarak Gossip Girl izlememi lütfen yadırgamayın. Kızlar güzel, oğlanlar var, zenginlik, para filan. Amaan ulaşılmaz hayatlar, katharsis, hep aynı terane işte.

O diil de, hayat ne saçma diil mi? Mesela geçen akşam gittiğimiz konserden sonra "after" yapmak üzere birilerinin evine doğru yola çıkmamız ve sonrasında gittiğimiz yerin ev değil, bi bisiklet tamirhanesi olduğunu görmem mi ilginç? Yoksa "ev" sahibinin Suriye asıllı Ufuk isminde biri çıkması mı? Daha da ilginci brother Ufuk'un Türkiye'ye gidip sadece Sivas'ı görmesi mi? Son bomba evdeki köpeğin isminin Kalbi olması mı? Yuh artık!

Gossip Girl diyordum, bence Serena gayet güzel. Bir de o dizinin Türk versiyonu vardı, hiç izlemedim (yurtdışında olduğum için) (oh my gosh) ama Serena rolünü Sinem Kobal oynayacaktı, milli Selena'mız. Bence çok doğru seçim. Fiziksel benzerlik bir yana, konuşmaları bile benziyor.

Neyse bloga yazma sebebim Gossip Girl demiştim. Bir an düşündüm, "Saat olmuş sabahın 5'i, ne arıyorsun burada Zekiye, sabahlara kadar Gossip Girl izlemek de neyin nesi?" diye sordum kendime. Günlerdir depresyonun eşiğine kadar gelip sonra bir adım geri gidiyorum. Hani bazen bi bakarsın ve kendinde sevecek hiçbir şey bulamazsın ya, "neyim lan ben" dersin; işte öyle bir haldeyim. Acınacak bir haldeyim dersem çok mu abartmış olurum acaba? Belki de abartıyorum, hani herkes biraz depresif olduğunda kendine yüklenir ve bundan zevk alır ya, belki benimki de öyle bir şey. Ama şu aralar kendimi hiç sevmiyorum, yaptıklarımı, söylediklerimi, hatta bu yazıyı da.

30 Ocak 2011 Pazar

Ben bir zamanlar Yasemin iken

Çok uzun zaman oldu yazmayalı ama bu geyiklere hiç girmek istemiyorum. Evet, yazmadım; yazacak şeyler vardı ama olmadı. Kısmet diyelim en anane ses tonuyla.

Her şey 20 yaşlarındaki ama aslında ufak çocuğun adımı hatırlamayıp bana "Yasemin" demesiyle başladı. Yer Montpellier, iç/gece. Kendisiyle yaklaşık 4 ay önce kantinin bahçesinde karşılaşmıştık. Aslında tam bi karşılaşma da denemez, Türkçe konuştuğumuzu duyup yanımıza geldi ve "Pardon Türk müsünüz?" dedi. O an aklımızdan Türkçe "Hayır" demek geçtiyse de muzipliğe mahal vermedik. Kendisi pek bi şaşkındı, hatta kendi ifadeleriyle "Betim benzim attı" dedi. Yazık yavrum. Günler aylar geçti, birkaç kez daha karşılaştık. İşte o en son karşılaşmada (mekan: yemekhane) adımı hatırlamadı ve "Yasemin" buyurdu. Ay ben bi sevin, bi şaşır, olsa o kadar yani...

İşte ben o günden beri boş bulduğum her vakitte überpastel tonlarındaki odamın tavanına bakarak kendimi Yasemin olarak hayal ediyorum. Ciddiyim. "Adım Yasemin olsa nasıl olurdum?" sorusuna verdiğim yantlar ise şöyle:

1. Biraz daha zayıf olurdum. Daha minyon diyelim.
2. Saçlarım kıvırcık değil hafif dalgalı olurdu
3. Ten rengim aynı kalırdı
4. Kesinlikle (definitely) Fransa'da tanışma merasimleri sırasında daha az zorluk yaşardım (bkz. Jasmin, Yasmin, etc.)
5. Gazetecilik yerine daha usturuplu bi meslek seçerdim
6. Daha sakin bi insan olurdum
7. Seksi ve masum doğrusu üzerinde "Lolita" noktasını referans alırsak eğer "Masum" yönüne daha yakın dururdum
.
.
.

Bir de kendime soyadı seçtim; Yasemin Başer. Bence çok uygun.

Neyse, biz (ben ve Arıza Hanım) birazdan Yunan dostumuz Stefania'ya kahve içmeye gideceğiz. KIsa ama öz olan bu yazıyı burada tamamlıyorum. Ha bu arada, yazmadığım sırada nerelerdeydim, neler yaptım diye merak edenler Arıza Hanım'ın bloguna bakabilir. Zira kendisiyle popoları yapıştırıp uyumak da dahil birçok aktiviteyi birlikte yapıyoruz. Karaktersiz miyim? Yo yo hayır, bilakis arkadaş canlısıyım ve tembelim.

Öperler