26 Şubat 2008 Salı

...

Periden güzel huriden müstesnâ
Sebeb-i enva-i bela türlü cefâ
Tam üç tane ismin var iken,
Sonuncusu Canfeza
Yedi düvel çehrene müptelâ
Ben garip âşık-ı şeydâ iken terk-i can etmen revâ mı bana
Müsterih ol sırrını vermem ağyara
Sırrın da senle beraber karıştı toprağa

Bî-vefâ, bî-vefâ, bî-vefâ



Elif Şafak, Pinhan, s.54

24 Şubat 2008 Pazar

Uyku, biraz uyku


Zatı muhterem'in yazısından hareketle ben de kendimce uyku deneyimlerimi sizlerle paylaşmaya karar verdim (aldım).

Şimdi efendim konu uyku ve ben olunca ortada değişik, karmaşık aslında bi o kadar da sade bir durum olduğunu göz önüne alıp, bu önündelikle bu yazıyı okumak gerekir.

Hayatıma girip çıkmış ve girip bekleyen birçokları bilir ki, eğer benimle sabah bi' şeyler yapmak üzere sözleşilmişse, benim dışımdaki şahıslar 'Peki, tamam o zaman' deyip, uyanacağıma zerre kadar olmayan inançlarını anında belirtirler.

Şöyle ki, şimdi bendeniz uykusuzluğa son derece dayanıklı bir faniyimdir. Bu konudaki rekor denemem ise bir hafta boyunca sadece 4 saat uyku ile belgelenmiş, kayıtlara geçirilmiştir. Tabi her zaman rekor denemelerinde bulunmuyorum. O özel bi durumdu.

Pek çok kez uyumadığım gecelerin sonunda okula veya herhangi bi yere gitmek üzere sabahın kör bi saatinde evden çıkarım. Akşam saatlerinde eve gelip, erkenden yatma hevesimi kendime iyice belletirim. Ama ne çare! Oydu buydu şuydu derken saat yine gece 4 olur. Aniden bi uyku bastırır ve umarsızca uyumaya başlarım. Ta ki 13 saatlik periyodumu doldurana dek. Uyandığımda dünyanın tüm duygu ve düşünceleri bedenimde toplanmış veya dünyanın tüm duygu ve düşünceleri bedenimden sökülüp alınmıştır. Öyle bi kutuplaşmadır yani bu.

Uyku ile yaşadığım bir diğer ilişki türü de şu şekildedir: öğleden sonra 4 gibi uyandığım bir günü takip eden gecede, saat 6'ya kadar gözlerimde uyku esamesi yoktur. Haliyle ben de uyumayıp, günlük işlerimi halletmeye (misal okula gitmek) karar veririm. Fakat sevgili güneş doğmaya ve martıları çığlık manyağı yapmaya başladığı vakit koca bi sis gibi uyku çöker üstüme. Ben de "aa o zaman 1 saatliğine uzanayım bari" yalanıma inanıp inanmamayı düşünmeye başlamadan {kaç tane daha fiili ard arda kullanabilirim acaba??} çoktan uykuya dalarım.

Yani anlatmak istediğim şudur ki, uyku benim için başka şeylere benzetilemeyen, muadili olmayan bir durum almıştır. Çılgınca uykusuzluğa dayanabilen bir bünyeye sahipken, uyuduğum anda da yaşadığım dünyayla olan tüm bağlarımı koparabilme yetisine sahibimdir.

Aslında hep özendiğim bir şey vardır. Şöyle ki; kişi sabah 8de uyanmalıdır. Fakat saat 6buçuk gibi aniden gözlerini açıverir. Hemen saatine bakar ve daha uyanmasına tam bir buçuk saat olduğunu anlar. Uyanıklığa nispet yaparcasına yorganın sıcaklığına sığınır ve rüyasının kalan kısmını görmeye devam eder. İşte ben bu durumu ömrümde bir veya bilemediniz iki kez yaşayabildim. Oysa hergün yaşasam asla bıkmazdım. Severdim onu, hep severdim. Safça...

Tabi bir de yatağa girmeden önce içtiğim yaklaşık 3 bardak su var. Uyku boyunca asla uyanmadığım için de, her sabah kendimi hamile sanarak uyanıyorum. Yatakta sağa veya sola dönünce karnımdan lokur lokur diye bi ses geliyor. Ve tabi ki sabahları donuma işemek üzereyken uyanıyorum. Zaten ilkokul 3. sınıfa kadar geceleri yatağıma işedim. Annem yatakla çarşaf arasına naylon bişi koyuyordu. Tüm gece haşur huşur sesleriyle uyurdum. Ama ben o zaman da duymazdım ki o sesleri.

Unutmadan geçemeyeceğim bir diğer nokta da sabahları beni uyandırıyorsanız eğer, gözümü açar açmaz saçma sapan şeylerden bahsetmeye başlarım. "Hadi gel saçlarını keselim", "ayakkabılarım nerededir acaba?", "i grecque (Y) nası yazılıyordu?", "şu an sezen aksu'yla konuşuyorum, sonra uyanırım" sarfettiğim cümlelere örnek olarak gösterilebilir. Bazen de gördüğüm rüyayı anlatmaya başlarım. O sırada da anlatmaktan yorulup tekrar uyumaya başlarım.

Velhasıl kelam sevgili dostlar, uykuyla yaşadığım şey histerik bi ilişkiden ibarettir. Birgün barışır, birgün küseriz. Fakat kendisini severim. Özünde iyi bi insandır. (dünyanın en büyük yalanını da böylelikle burada kullanmış oldum. Ohh canıma değsin)

11 Şubat 2008 Pazartesi

Beklerken sıkıntıdan mıdır nedir

Daha önceki yazıda da belirttiğim gibi Onur gitti. Henüz Türkmenistan'a ulaşmadan ben bi' şeyler daha yazmak istedim.

Onur'a karşı hissettiğim şeylerin tarifini yapmakta güçlük çekiyorum. Aslında bi' tarif yapma çabasında da değilim ama. Düşününce bi' garip geliyor.

Her tarafta Onur'u sallamıyormuş gibi dolanıp duruyorum. Aslında son derece uyumsuz bi' çiftiz. Tamamen zıt karakterlere sahibiz. Bazen düşününce ondan uzak olmak filan çok normal, çok kolay gibi geliyor. Ama galiba bu yaptığım bekara karı boşamanın kolaylığından başa bi' şey değil.

Başıma gelince ondan bir saniye bile uzak kalmak canımı acıtıyor. Şimdi bir ay boyunca Onur'dan haber alamamak, onunla görüşememek o kadar zor geliyor ki. Galiba yaptığım şey kıymet bilmemezlik. Boş keseden sallamayı pek iyi beceriyorum. Ama başıma gelince hemen su koyuveriyorum.

Asıl sorun yıllardır içimi kemiren o kötü düşünce. Yıllardır ama, hep aklımda bi' düşünce var, ve bi gün gerçekleşeceğine inandırmışım kendimi. Ne büyük aptallık. O yüzden sadece yanımda olduğu zaman içim rahat ediyor.

Hep hayalimdir zaten, Onur'u istediğim zaman küçücük bi' hale getirsem, küçük bi' heykelcik olsa, ben de her yere giderken yanımda taşısam. Gittiğim yerlerde ona bi' gazete alırım. Kocaman sererim ortalığa. Çayır çimende koşar gibi gazetenin üstünde geze dolaşa okur.Hem böylelikle canı da sıkılmaz.

Mesela beni o şekilde küçültseler, küçücük olsam ve Onur beni yanında taşısa çok canım sıkılırdı. Her şeyi görmek isterdim. Konuşunca beni duysunlar isterdim, beni görsünler isterdim. Öyle gazeteyle filan da oyalanmazdım. Hem yerimde rahat durmazdım kesin. Sürekli kaybolurdum. E bide küçücüğüm, şimdiki gibi heybetli de değilim. Artık arar dururlardı. Ben de saçma sapan bi yerden, mesela Onur'un saçlarının arasından gülerek çıkardım. Boyum kadar bi' saç telini koparmış, saç teliyle Onur'un burnunu gıdıklamaya çalışırken yakalanırdım.

Hey Allahı'ım, şu küçük beynimi daha da küçültmek için düşündüğüm şeylere bak.

Ben bu yazıyı da bitirirken Onur hala beni aramadı. Gerçi uçağı daha yeni havaalanına inmiş olmalıdır.

Son günler

Onur Avrupa'ya gitti. Aa Allah mı söyletti, nedir? Yok yok, henüz kendisi benim gibi Avrupa görmüş bi' insan değil. Dünya'yı keşfetmeye Asya'dan başladı. Kendisi şu an Türkmenistan'a gitmek üzere uçakta bulunuyor. Belki ben bu yazıyı tamamlayana kadar varmış olur.

Onur'un Türkmenistan'a gitmesi üzerine İlter'in yorumu daha ilginç oldu. Etraftaki herkes bi' yurtdışı deneyimi yaşadıktan sonra, kendisinin bu konuda henüz milli olamadığını belirtti. Oldu olası belden aşağı konuşmayı seven bir kişi kanımca. Onu da bu şekilde kabul ediyoruz.

Ben de sonunda İstanbul'a döndüm. 4 gün oldu geleli. Henüz pek alışamadım. Zaten pek bi' şey de anlamadım İstanbul'dan. Geldim geleli bi' telaşedir gidiyor. Yakında sakinleşir, hatta sıkıcı oluverir hemencecik.

Bu aralar televizyona baya takıldım. Sanırım İzmir'de kalmanın bana verdiği bi' zarar. Hemen bundan kurtulmak istiyorum. Çünkü keyif aldığım için televizyon izlemiyorum, ööle sesi açık sadece. Kuru gürültü dediklerinden.

Elif Şafak'ın Pinhan'ını okumaya başladım. İlter'in sözüne bakılırsa bu Pinhan kitabın sonunda baya bi' değişiyormuş. Merak içindeyim. Bu arada bilmeyenler için Pinhan romana ismini veren baş karakterin adı. Hoş bu blogu kim okuyordur orası da belli değil.

Bu yazı da bu kadar olsun bakalım. Aklımda başka şeyler de var ama, onları başka bi' başlıkta toplamak istiyorum.

5 Şubat 2008 Salı

Dönmeden önce, değişmeyle

Günlerdir kitap okumaya çalışıyorum ama bir türlü olmuyor. Ne boş vakir var ne de boş mekan. İzmir'deyim. Gündüzleri sokaklarda geziyorum, akşamları da annemlerle oturuyorum. Gece yatağa girdiğimde de çoktan uykum gelmiş oluyor.

Ama işin ilginç tarafı adidiyet sorunu yaşamam. Yıllarca onlarla birlikte yaşadım. Ben burda yaşarken başka bir evdeydik, şimdi oturdukları evde uzun süre yaşamadım. O yüzden bu evle aramda herhangi bir ilişki yok. Ama ailemle öyle değil tabi ki. Fakat kendimi sürekli yabancı gibi hissediyorum. On beş gündür İzmir'deyim, eşyalarım valizde duruyor. Kendi yatağımda uyumuyorum. Netice itibariyle buraya ait değilim ve evimi çok özledim.

Aslında içim acıtan başka bir şey daha var. Biz 4 kişilik bir aileyiz. Annem, babam, ben ve benden yedi yaş küçük kardeşim. Kardeşim 16 yaşında ve tam bir ergen (sivilceler, bitmek tükenmek bilmeyen agresif tavırlar, falan da filan), annem ve babam ise yaşlı olmamakla birlikte henüz 44-45 yaşında insanlar.

Fakat İzmir'e her geldiğimde kardeşim biraz daha büyümüş, annem ve babam da biraz daha yaşlanmış oluyor. İnsanın sevdiklerinin değişimini görememesi, bu değişimi yaşarken onunla birlikte değişememesi ne acı. Annem ve babam artık daha çabuk yoruluyor. Kardeşim her şeye kızgın, dünyaya tepkili. Bense arada bir gelip eve renk katıyor gibi gözüken halbuki her gelişin dönüşünde içinde garip bi' hisle İstanbul yollarına düşen, ailenin büyük kızı.

Lisedeki arkadaşlarımın birçoğuyla görüşmüyorum. Kasıtlı olarak değil, öyle denk geldi demek daha doğru. Ya da 'koptuk' demek de uygun düşebilir. Ama lise döneminde tanıştığım ve hala görüştüğüm bi' arkadaşımla konuşuyorduk geçen gün. Yaptığımız beyin fırtınasına göre hala görüşüyor olmamızın sebebi açıktı; birlikte değişmiştik. Birimiz hareket ederken diğeri arkadan bakakalmamıştı.

Şimdi annem, babam, kardeşim ileri veya geri, bi' taraflara doğru giderken, ben başka bi' yörüngede devinimimi tamamlıyorum. Birbirimizden ayrı, haberli gibi gözükürken bihaber.

İki gün sonra İstanbul'a dönüyorum. İçimdeki garip his, şimdiden geldi oturdu baş köşeye.