23 Nisan 2010 Cuma

Yamuk yumuk hayatım

Az önce Facebook'uma da yazdım, dedim neden blog alemiyle bunları paylaşmıyorum. Haydi zekiye, ne duruyorsun dedim ve soluğu burada aldım.

Ambassade bursundan yediğimiz tepikle birlikte kendimi kapı önünde buluverdim. Kaldı mı elde kıçık kırık A.U.F.? Gerçi şimdi öyle dememek lazım, olura bir de çıkarmış. Ama hiç umudum yok. Yani 3 tane iletişim öğrencisinden -başvuru dosyasında iletişim fakültelerinin kodu bile yokken- üçüne de burs verilmesi pek mümkün gelmiyor bana. Yanarım yanarım o campus france için götüm götüm vereceğim 300 liraya yanarım. Yanarım, yanarım, gün geçer yanarım.

Neyse diyorum ki ben de aşık olsam mesela, aşk acısı çeksem. Sonra da bu acıyı unutmak için arabaya atlayıp öyle gitsem Bodrum'daki yazlığa, veya yurt dışında bi dil okuluna yazılsam. Hadi o olmuyorsa, mezun olunca babam bana bir ofis açsa. Mimarlık bitiriyor olsam mesela, ofisim de hazır olur. Oh ne ala mualla. Ya da beni sevgisiyle ve parasıyla ısıtan bi kocam olsa. Ahanda resimdeki gibi olsak mesela. Birbirimize sarılıp, el ele göz göze Viyana sokakları senin Prag meydanları benim diyerek gezsek. Kocama artık evde oturmaktan sıkıldığımı söylesem o da bana şirketlerden birinin başına geçebileceğimi söylese mesela? Hiç olmadı benim için ufak bir mağaza filan açsa. Pastane olabilir.

Olmuyor işte a dostlar. Ne aşk, ne zengin baba ne de koca. Mimarlık desen o da yalan. Kapı gibi gazetecilik diplomamla (gerçi diplomada iletişim yazıyor olacak) öyle aval aval bakarım ben. Sonra da giderim bi gazeteye, başlarım muhabirliğe. Verirler ayda 600 lira maaş, sigorta da olmaz ilk zamanlarda. Ay en iyisi devlete girmek aslında. Öğretmen olabiliyor muyuz biz? Zaten zamanında çok demişlerdi, "öğretmen ol kızım, bayan için en ideal meslek" diye de ikna etmeye çalışmışlardı da o domuz inadım yüzünden "bana ne ya" diye geçiştirmiştim. Ya işte, büyük sözü dinlemezsen böyle olur.

Neyse, gidip İbrahim Tatlıses filan dinleyebilirim veya bi film izleyebilirim veya tez yazabilirim. Allahım ne yaman çelişkiler bunlar.

6 Nisan 2010 Salı

Aydıns

Geçen hafta Deniz Baykal Van'a gitmiş, kongre için. Bazı insanlar da Baykal'ı protesto etmişler. Yuhalamışlar, yumurta atmışlar filan. Bugün de Van Valisi açıklama yapmış, "Protestoyu yapanlar 300 kişilik bir gruptu, haklarında suç duyurusunda bulunuldu. İl emniyet teşkilatımızın herhangi bir görev zafiyeti söz konusu değildir" diye. Yahu anlamıyorum, adamlar suç işlememişler veya kimseyi suça teşvik etmemişler. Protesto etmişler sadece. Bunun için de bıçak, silah vb. öldürücü/yaralayıcı bir alet kullanmamışlar. Bizzat kendi özlerinden hareket ederek ağızlarını kullanmışlar. Ee neden o zaman suç duyurusu? Suç nedir pardon? Kime duyuruyorsun?

Sanırım bazılarını anlamıyorum veya onlar beni anlamıyor.

Bugün Türk dış politikası sınavı vardı. Bence gayet güzel bir soru sormuştu hoca. TRT El Türkiye kanalının açılışını Türk dış politikasını belirleyen temel faktörler açısından değerlendirmemizi istemişti. O değil de, sınava hazırlanmak için Baskın Oran'ın kitabından çalışıyordum. Oran kitabında aydın kavramını şu şekilde tanımlamış:

"Aydın kavramı, az gelişmiş ülkelere özgü bir terimdir, gelişmiş ülkelerde bulunmaz...En güzel tanımıyla aydın, modernleşme kendi ülkesine ulaşmadan modernleşmenin ürünü olan toplumsal öğedir. Küçük burjuva tabakasının okumuş kanadından gelen aydın, bunu ya Batı'ya gidip eğitim görerek ya da kendi ülkesinde Batı okullarında okuyarak gerçekleştirir."

Yani buradan hareketle Türk aydınlarını nasıl tanımlayabiliriz?
-Bok içinde badem

4 Nisan 2010 Pazar

Geçse de beni unutma, hiçbir aşkını unutma

Yine bir vize dönemiyle daha karşıma çıktı hayat. Ne mutlu bana. Kendi çapında küçük bir arkadaş çevrem var benim de. Ancak hepimiz öylesine mutsuz ve bezginiz ki birbirimizin içini karartıp duruyoruz sürekli. Bu halimizi de seviyoruz herhalde. İyice tutunduk yani, bırakmıyoruz da. Mazoşizm böyle bir şey sanırım. İnsanın kendine "mutsuzum" dedikçe içten içe bundan zevk alması.

Ama az önce düşündüm de, yani çok kısa bi süre düşündüm çok fazla diil, bence yine de iyi şeyler bunlar. Evet tamam hiçbir şey belli değil, her şey karmaşık, zor, sıkıcı filan ama. İnsanın böyle uğraşlarının olması, hayatını düşünmesi, geleceğini planlamadan evvelki sıkıntıları yaşaması filan bir bakıma yaşadığının kanıtı gibi bir şey. Yani tam olarak anlatamadım da demek istediğim şöyle bir şey; mesela geçenlerde babaannem hastalandı, zaten bu sene çok sık hastalandı. Neyse hastaneye kaldırıldı, biraz yoğun bakımda kaldı, biraz daha hastanede yattı, sonunda çıkarıldı hastaneden. Telefonda bir ara şöyle bir cümle kurdu; "Aslında daha çok yaşamayı isterim ama herhalde ömrüm bu kadarmış benim." Ne garip bir şeydir bu yahu. Bi gün bakıyorsun ve artık bitmiş, çok az kalmış. İnsanın içi ürperiyor. Kabullensen ayrı dert kabullenmesen ayrı.

Neyse ben hemen gündelik sıkıntılarıma geri dönüyorum. Son zamanlarda çok kilo aldım, tam tamına 4 kilo almışım. Ha şimdi belki beni tanımayıp da okuyanlar şımarıklık ettiğimi düşünebilir ama hemen belirteyim ben öyle 30 kiloluk çıtırlardan değilim maalesef. Hani denir ya etli butlu diye, onlardan işte. Ben de hal böyle olunca rejim yapmaya, günlük çikolata tüketimimi azaltmaya ve spor yapmaya karar verdim. Spor çok iyi, çok keyifli de insanın az yemeye çalışması, kendini kısıtlaması baya zor bir şey. Ama sanırım zayıflamak için başka yol da yok. Zamanında denemiştim o 3 günde 5 kilo verdiren diyetleri. Yalan onlar, benden söylemesi.

Son olarak da şu başlıktaki şarkıdan bahsetmek istiyorum. Geçenlerde aklıma gelmişti, tam da o başlığa yazdığım sözleri gelmişti. Yahu orasını nasıl da içli içli söylemiş, böyle dinledikçe içim bi garip oluyor. Anlatamıyorum.