28 Ocak 2009 Çarşamba

Fransız topraklarından bildiriyor

Sonunda sağ salim ve tek parça olarak Fransa'ya geldim. Hatta neredeyse bir hafta olacak geleli. Hemen belirtmek istiyorum, şimdiden mercimek çorbasını, suyun tadını (erikli merikli hiç farketmez), simidi ve boğazı çok özledim. Ama gurbetçi ayaklarına girmeyi hiç istemiyorum.
Geldiğim akşam Paris'te kaldım ve ertesi sabah ilk trenle Bordeaux'ya geldim. Bir akşam burada kaldıktan sonra tekrar Paris'e gittim ve pazartesi sabah geri döndüm. Üç günde Paris'in birçok yerini gördüm, kah güzeldi kah çirkindi diyelim. Hemen anekdotlara geçmek istiyorum:
  1. Paris çok pisti. Metrolar sidik kokuyordu ve etrafta hep kusmuklar vardı.
  2. Notre Dame denilen huge şeymuhteşemdi. Büyülendim resmen. En saçma olanı da öyle güzel ve kocaman bir şeyin tee 1100lerde yapılmış olmasıydı. Aklım almıyor zaman zaman.
  3. Louvre denilen kendini aşmış müze ise içini görememiş olmama rağmen dış cephesiyle beni kendisine aşık etti. Vakit olsa da sadece on günümü Louvre'u gezmek için ayırabilsem (bir de para lazım tabi).
  4. Her şey iğrenç pahalıydı. Kendime Paris'ten aldığım tek hatıra 4,80 euro saydığım bir paket winston.
  5. Kaldığım üç gün boyunca, tek ucuz yiyecekçi Mc Donalds olduğu için sadece hamburgerle beslendim. Korkunçtu.
  6. Sacré Coeur denilen şey inanılmaz ötesi güzel. Dünyadan başka bir şey o, tarifsiz.
  7. Metro önce çok karmaşık geliyor ama sonra insan alışıyor. Hatta bulmaca çözmek gibi, bazen keyifli bile olabilir.
  8. Eiffel'i de gördüm ama çok da matah bi şey değilmiş. Tamam bok atmıyorum, ama zaten ben ondan çok bi şey de beklemiyordum.
  9. Pazar günü Paris çok sıkıcı. Sanki şehirde cenaze var gibi, sokaklar bomboş.
  10. Pére Lachaise mezarlığına gittik. Oscar Wilde'ın mezarındaki heykeli biri bana açıklasın. Ama o mezarı herkesin rujlu dudaklarıyla öpmesi çok manasız. Ayrıca Balzac'ın mezarı da 8 aydır filan tadilatta gibi. Utan ey Fransa!

İşte size on adımda Paris turu. Neyse tabi görmek çok keyifliydi, değişik bir şeylere bakmak filan. Şimdi yurttayım. Bordeaux da güzel. Ama hava hep kapalı burada, o yüzden biraz sıkıcı. Dün bir ara güneş çıktı, ben de fırsat bu fırsat deyip hemen güneş gözlüğümü taktım ve o saniye yağmur başladı. Gerçekten çok manasızdı. Ama bugün hava biraz güneşliydi, o yüzden sever gibi oldum.

Şimdilik muhabirinizin aktaracakları bu kadar. Yarın ilk Erasmus partime gidiyorum, heyecanlıyım, gelişmeleri buradan paylaşırım.

Uzaylı Zekiye, Bordeaux, Fransa

20 Ocak 2009 Salı

Farketmeden, farketmeden, senin olmuşum

Ne zamandır Fikret Kızılok dinlemiyordum. O şarkı söyleyince odaya damla sakızı kokusu yayılıyor sanki. İçim bi garip. Bazen insan bi kitaba çok şey yükler, belki herkes değil sadece ben yaparım bunu. Ama oldu bi kere. Her şey "oldu bi kere" zaten. Yüklediğim her şeyiyle Huzur'u bitirdim. Yarın da gidiyorum.


Vazgeçip uzaktan
Senin yanında
Kendime cevapsız soru sormuşum*



http://fizy.org/y1mEEb3gqo@5
*Fikret Kızılok, Farketmeden

19 Ocak 2009

Yaklaşık 9,5 ay öncesiydi, Onur'la ayrılmaya karar verdik ama bir şartla; n'olursa olsun 19 Ocak'ta tekrar bir araya gelecektik. Biliyorum birçok kişi için çok saçma, ama zaten hayat saçmalıklarla dolu değil mi anacım? Zaten beceremedik ve ayrıldıktan 1,5 ay sonra tekrar bir araya geldik. 2004 yılıydı, 19 Ocak günü Galatasaray'daki ilk sınavımdan çıkmıştım ve Beyazçorap'la birlikte Beşiktaş Simit Sarayı'nda oturuyorduk. O zamanlar Simit Sarayı'na filan gidiyorduk. Ne saçma! Şimdi olsa hayatta da aklıma gelmez Simit Sarayı'na gidip oturmak. Neyse ben Onur'a mesaj attım, sonra buluştuk. Sonra da sevgili olduk. Bu akşam da 5. yıldönümümüzü kutladık. Ne acayip şeydir şu zaman denilen mevhum. Böyle akıp gidiveriyor. Bazen aklım almıyor.

Ayağımı sakatlamamın öngörülebilir tek güzel yanı 19 Ocak'ta burada olmamdı galiba. Şimdi düşündüm de, cidden 19 Ocak'ta buluşmak üzere ayrılsaydık ve hiç görüşmeseydik, ben de ayağımı sakatlamasaydım ve gitseydim n'olurdu acaba? Amaan Zekiye, 19 Ocak'ta değil, 13 Ocak'ta görüşürdünüz falan filan. Dert ettiğin şeye bak!
(Burada yazar kendisiyle konuşur)

Sonra günlerden bir gün, yine bir 19 Ocak günü, ben Yıldız'a gitmiştim, Onur'un okuluna. O zamanlar Onur öğrenciydi, son senesiydi. Orta Bahçe'de oturmuşum çay içiyorum, bir yandan da Onur'un dersten çıkmasını bekliyorum. Televizyonda son dakika haberleri başladı. Hrant Dink Şişli'de Agos gazetesi binasının önünde öldürüldü dediler. O zamana kadar da pek tanımazdım Hrant Dink'i. Öldükten sonra anladım kıymetini. Belki de buna havalı havalı gazetecilik refleksi bile denilebilir.

O değil de, o günden sonra her 19 Ocak'ta benim aklıma gelir bu olay, bi garip olurum, içim ürperir filan. Ben böyle sevişmek ve sevgilileşmek üzerine yaşarken Hrant Dink'in kızı filan gelir aklıma. Ne acayip dimi? Zaman ve mekan denilen kavram böyle zamanlarda daha bir görünür oluyor. Birileri ölüyor, birileri sevişiyor, birileri horluyor. Bununla ilgili bi şeyler daha yazarım sonra.

Bir de unutmadan, benden herkese gitsin efendim:
doğum günün bana geldiğin gündür...
(bıyk)

17 Ocak 2009 Cumartesi

Sakat

Ben de iki gündür evdeyim. Taziyeleri kabul ediyorum. Yorgancı'nın Kızı Zeynep mercimek çorbasını ve bulgur pilavını kapıp gelmiş, gelmek isteyenleri beklerim. Malum hasta ziyareti bu, petit beurre bisküvi olur, portakal suyu olur, çiçek olur, kolonya olur, bi şeyler alıp gelebilirsiniz diyorum.

Gerçekten çok bunaldım. Pijamalardan sıkıldım, sokağa çıkmak istiyorum. Bir de fark ettim ki çok nsafsız bir dünyada yaşıyoruz. Engelli insanları resmen görmezden geliyoruz. Evimden dışarı çıkmam imkansız. Çıksam, yaklaşık altmış derece eğimli şu sokakta ikinci adımımda yere düşerim. Her şey saçma sapan. Ama ayağım düzeliyor sanki. Mesela bugün hiç ağrımadı. Sağlık gibisi yokmuş vallahi.

15 Ocak 2009 Perşembe

Ayağımda gümüş çatlak

Kinder Pinguin'imi aldım ve geçtim bilgisayarımın başına. Sebebini az sonra açıklayacağım üzere sağ ayağım diğerine göre daha yüksekte bir halde, yanımda arkadaşım K.D. ile kanepede oturuyorum.

Her şeyi en başından anlatmaya çalışacağım, eksikler olursa ilgililer tamamlasın. İki haftadır Erasmus olayları için koşuşturmaca halindeyim. Önce finaller ve ödevler başladı, bunla aynı zamanda vize işlemlerine başladık. Benim işlemlerimde sorun çıktı. Campus France'ın sitesinde normalde giremeyeceğim bir bölüme girip, kendi belgelerimi onaylamışım. Nasıl oldu ben de bilemiyorum. Sonra bu yanlışlık düzeltildi ama bu arada "yeter ulen, gitmiyorum ben" bile dedim. Sonra uçak biletimizi aldık. İstanbul - Bordeaux için 290 Euro'ya bulduğumuz bilet, kriz nedeniyle uçak seferlerinin iptal olması üzerine elimizden uçtu gitti. Bence kriz bahane, tüm bu olanların asıl sorumlusu benim. Biz de paşa paşa paramızı verdik ve biiletimizi aldık. Finaller hala devam ediyordu. Öyle ki bir günde 2 final, 2 ödev teslimi ve 1 vize görüşmesi şeklinde yaşadığım oldu.

Finalleri, vize olaylarını, uaçk biletini ve bilimum gereksiz belgeden oluşan silsileyi atlattıktan sonra Erasmus alışverişlerine başladık. Vakumlu poşet olsun, klozet kapağı örtüsü olsun, ne gerekiyorsa zaman zaman paraya kıyıp zaman zaman kıymadan harcadık, eksikleri giderdik. Arkadaşlarla görüşmece, gitmeden lahmacun yemece faslına da ulaştık ve sonunda takvimler 14 Ocak tarihini gösterdi (bu kalıbı da hiç sevmem).

Dün sabah hiç adetimiz olmayan bir şeyi yaptık ve Ufuk, Fehmi ve ben Beşiktaş'ta kahvaltı yapmak üzere saat 9'da uyandık. Asiye çimlerde dolaşsın, oynasın diye Yıldız Korusu'ndan geçerek Beşiktaş'a gitmeye karar verdik. Korunun tam çıkışına yaklaşırken kocaman, siyah bir köpek ileride bizi bekliyordu. Köpek Asiye'nin yanına geldi, oynamaya çalışıyordu ama çok büyük olduğu için Asiye'ye zarar veriyordu. Ben korktum ve yolun diğer tarafına geçtim. Asiye de bana doğru koştu, o koşunca siyah köpek ve Seyfi (diğer sarı köpek) de bana doğru koştu. Çok korktum ve geri geri giderken arkamdaki kaldırımı göremeyip yere düştüm. Ayağım ters dönmüştü ve çok acıyordu. Asiye üstüme çıkıyordu, o geldikçe diğer köpekler de geliyordu. Korkudan öleceğimi sandım. Ayağımı düzeltemedim. Ters dönmüş bi halde altımda kalmıştı ayağım. Sonra köpekler uzaklaştı, ayağımı düzelttim. Yavaş yavaş kalktım ve tüm acıya rağmen Beşiktaş'a yürüdüm.

Tüm gün o ayakla gezindim durdum. Canım çok yanıyordu ama Paris biletimi düşündükçe çaktırmamaya çalışıyordum. Akşam olunca ayağım daha çok acımaya başladı ve hastaneye gittik. Röntgen çektiler ve sağ ayağımda çatlak varmış. "Alçı mı istersin, bandaj mı?" diye sordular, "Bandaj" dedim. Sonra da arkadaşım K.D.'yi (Koltuk Değneği veya Kamil Delidöven) yanıma verdiler.

Eve geldik. Uzun süren bir beyin fırtınasından sonra, önce uçak biletimi iptal ettim, sonra ben gidince evimde kalacak arkadaşa haber verdim. Anneme kamerada ayağımı gösterdim, İstanbul'a gelmesine gerek olmadığına ikna ettim. Şimdi de evimde sakat bi halde oturmuş, 22 Ocak'ta Paris'e gitmeyi bekliyorum.

6 Ocak 2009 Salı

Hayalle hakîkat arasından bildiriyor


Bir arkadaşımın söylediğine göre kafamadaki boşluk vuku bulmuş. Şimdi de o vukuat içime sığmıyor. Pek heyecanlıyım. Hayal mi gerçek mi algılayamıyorum. New York'a yürüyerek gitmiş veya gerçek anlamıyla düz duvara tırmanmış gibiyim.

Hastalığım hala geçmiş değil. Ayrıca bir maladie mentale durumu olduğundan şüpheliyim.