21 Ekim 2010 Perşembe

19.10.2010

Doğum günü ne güzel şey lan. İnsan bütün gün salak salak gülüyor, etrafa eblek bakışlar atıyor. Bayram gibi bi şey- ki ben bayramlarda o kadar da anlamsız bi neşe içinde olmam.

Bu sene doğum günü kutlamaları erken saatlerde başladı. Çoğunluğu Yunanlılar'dan oluşan ama içinde Fransızlar'ın da bulunduğu bir grup insanla bi bara gittik. Saatin 12 olmasını heyecanla beklerken ve son 5, son 3 dakika diye Yunan dostum Stefania'yı darlarken aniden çişim geldi. Heyecandan olacak. Bizans döneminden kalma dehlizden devşirme tuvalete ulaşıp işimi gördükten sonra hemen geri döndüm. Dostlarımın yanına varayazdım ki hep bir ağızdan"iikidodupinaaa" sesleriyle gönlümü fethettiler. Yazık fakirler öyle sen, ben gibi bastıra bastıra söyleyemiyorlar. Ortada esen memleket rüzgarıyla bi coştum, dalgalandım. Derken ertesi gün dersim var mı diye maillerimi ve facebook hesabımı kontrol ettiğim sırada arkadaşım Zeynep'in 2. geleneksel doğum günü video çıkarmasını gördüm. Daha bi coştum. Bi ağlamalar, hüzünlenmeler filan.

Ertesi sabah doğum günü salağı olarak güne başladığım sırada, yoldaşım, kader arkadaşım Arıza Hanım'ın (ismine takılmayın, özünde çok iyi bi insan, tanısanız çok seversiniz) "Burda bi böcek var" diye beni tongaya düşürdü ve o muhteşem foto enstalasyonuyla karşılaştım. O da şöyle bi şey:


Zaman geçtikçe kutlamalar hız kazandı. Adeta tüm dünya tek yürek oldu ve her yerde bi şenlik, bi bi şeyler filan. İşte tam o sırada Diğer bi arkadaşım Beyazçorap'ın mesajı ve videosuna rastladım.

Akşam oldu, hüzünlenmedim bu sefer (ay bunu yapmamalıydım ama tutamadım kendimi), Natacha'lara gittik. Marc bize yemek yaptı, überbaharatlı bi Meksika yemeği hazırladı. Bir de pasta yaptık. Gece boyunca 150 defa "joyeux anniversaire" diye çığlıklar attık. "C'est un truc de dingue" diye bağırıp durduk. Bu da "şikolatapasta"
Demem o ki, bu sene çok güzel bi doğum günü geçirdim. Ama ben tüm bunlar olurken başka bir şeyi düşünüyordum. İnsanın yılda bir kez doğum günü oluyor. O günü bekleyip salak salak, anlamsızca mutlu olması için bir yıl daha beklemesi gerekiyor. Aslında doğum günleri her şeyi sadece bir kere yaşayabildiğimizi hatırlatan bir şey. Böyle de alttan alta didaktik bir son yazmak istemezdim ama bu da böyle olsun.

8 Ekim 2010 Cuma

Sabah uyanamadım değil; uyandım ama okula gitmek istemedim. Öğleden sonraki derse giderim diye düşünüp biraz daha uyudum. Sonra tekrar kalktım, acele acele kahvaltı ettim, giyindim ama birden bişi oldu ve hiç gitmek istemediğimi farkettim. İnsan kendini her zaman zorlamamalı. Ben de okulu ektim. Çok da mutluyum, hiç de üzülmüyorum.

Burada okul genellikle sıkıcı. Hatta salı günü derste o kadar sıkıldım ki nefes alamadığımı hissettim. Ölücektim. Gerçekten.

Geldiğim master 2 programının bir de master 1'i var. Dolayısıyla sınıftaki insanların çoğu geçen seneden tanışıyorlar. Yani ben yine nakil öğrenciyim. Ergenliğimin en deli çağlarında da aynı şeyi yaşamıştım. 13 yaşındaki bir kız çocuğunu düşünün, çirkin, saçları kıvırcık ve kabarık ve okula nakil gelmiş. O dönemin bende yarattığı hasar büyüktür. Bunları anlatmak istemiyorum ama büyük dedim siz anlayın. İşte hafızamın taa derinlerine ittiğim, tepik attığım o anılar yine depreşiyor. Ben de kendimi bok gibi hissediyorum. Sınıfta bi kadın var, biraz yaşlı. Lisansını 1985'te bitirmiş, uzun süre çalışmış, bu sene de tekrar master yapmaya karar vermiş. Bok var sanki. Neyse işte o kadını yumruklamak istiyorum. Böyle dersin ortasında ayağa kalkıp pata küte dövmek istiyorum onu. Çok sinir, çok gıcık.

Burada herkes sapıkça not alıyor. Ama aptal aptal şeylerin notunu da alıyor. Bir örnekle açıklamak gerekirse ORCO günleri diye bir organizasyon var, iş dünyasından insanlar gelip bişiler anlatıcak filan. Hoca da o günlerde biraz daha klasik giyinin dedi. Yanımdaki mal bunun da notunu aldı: "Klasik giyin" Alahım, tam bi salak.

Yani pek bi arkadaşım yok. Bazen kendime o kadar üzülüyorum ki. Yalnız kaldım resmen. Böyle kendime bakıp ağlayasım geliyor. Ne acizlik. Bunları da buraya yazıyorum, halbuki insan böyle durumlarda içine atar. Ama düşünün artık nasıl üstüme üstüme gelmiş her şey. Hayır yani ben hayatının her döneminde kendini ifade etmiş biriyim. Böyle sessiz, ürkek durmak kanıma dokunuyor.

Neyse bakalım, gelecek günler güzel olur inşallah. Bu yazı da pek karamsar oldu diye böyle umutlu bi sonla bitirmek istedim. O kadar da değil canım; sevdiğim şeyler de var burada. Ama şu an hiç onları anlatasım yok. Sinirliyim, asabiyim. Öptüm canım

19 Eylül 2010 Pazar

Françeska Montpellier'de

Yine yeniden Fransız topraklarındayım sevgili aşkiler. Makus talih mi desek, kaderin cilvesi mi desek bilemedim. Sİz düşünün artık, bulunca bana da söyleyin.

5 bin kiloluk valizlerimiz eşliğinde, tam 13 gün önce Montpellier'ye ulaştık. Sağolsun bizi sokakta komayan Les Ecureilles sakinleri sıcak yuvalarını bize açtılar. İlk haftamızda hızlıca işlerimizi hallettik. Öyle ki günde 4 saat ve haftada sadece 3 gün çalışan bazı kamu kurum ve kuruluşları için beklenmedik bir performanstı bu. Yalnız ve lakin iş okula kayıt kısmına gelince "ha orda bi durun bakalım" dediler bize. Hala kayıt olamadık. Ama inşallah o da olacak.

Montpellier'ye varışımızın 4. gününde yurda geçtik. Odalarımız çok iç açıcı değil. Bok yeşili ve yaşlı kahverengisinin eşsiz uyumuyla adeta bir bilek kesme makinesi gibi. Yani insanda bilek kesme hissi uyandırıyor. Ama olsun, az para veriyoruz.

Montpellier'ye geldiğimiz ilk gün sokağa çıkamadık. Ertesi gün ise çıktığımızda ilk yaptığım şey kendime babet almak oldu. Ama çok ucuzdu, güzeldi de. Dedim kız Zekiye, kendine bi ödül versen ölür müsün? Vee asıl bomba Brioche Dorée'yle buluştuğum anda gerçekleşti. Bir seferde 2 tane tartelette aldım ve hızlıca mideye indiriverdim. Ahanda fotoğrafı
Sonraki günlerde düzenli olarak Brioche Dorée ziyaretlerimiz devam etti. Ama artık daha insancıl davranıyorum, her seferinde bir tane yiyorum.

Geçtiğimiz pazar günü de bit pazarına gittik ve bisiklet aldık. Benimkinin adı Gelin Kız. çok güzel bişi. Atlıyorum bisiklete, ooh.

Şimdilik bu kadar. Burada vatan hasreti çekmiyor değiliz. En çok özlediğim şey ise ayran ve yoğurt. Diğer sevdiklerime de selam ederim. Zamanla sizleri de özleyeceğimdir inşallah.

5 Eylül 2010 Pazar

Giderken

2 saat sonra evden çıkıyorum. Taksiciyle öyle konuşuldu. Uçağımız da 4.30'da. Bir arıza ve bir zekiyenin başına neler gelebilirse bize de onlar olacak herhalde. Ama ben bi garip oldum. Midem bulanıyo, ağrıyo, bunalıyo. Bilmiyorum işte değişik bi şeyler oluyor içimde. Off

27 Ağustos 2010 Cuma

Uyku tutmadı ben de kalktım yataktan. Önce ocağın üstündeki makarnayı tırtıkladım. Sonra da bi sigara yaktım. Baktım olacak gibi değil, bi salkım üzümle birlikte bilgisayarı açtım. Ay sonra aklıma geldi, benim bi blogum vardı diye. E o zaman Zekiye, gün bugündür dedim.

Neyse cancağızlarım. Ben yine gidişlerdeyim (ne çirkin bi laf oldu o öyle, olsun ama silmek istemiyorum şu an). Yarın sabah vize randevumuz var. Arıza Hanım'la birlikte gidiyoruz. Hadi bakalım hayırlısı. Karnıma ağrılar girmeye başladı. Yolculuk 6 Eylül'de ama hala kalacak yerimiz yok. Crous bize nanik yaptı resmen. Bugün başka ihtimalleri gözden geçirdik, Arıza Hanım son olarak "hoşt" bile dedi. Olsa o kadar yani!

O değil de bence Eylül'ün sonuna doğru bize yurt çıkacak. Çünkü hayattaki tüm işleri önce ters gidip son anda köşeden dönen biri için en münasip olanı böylesi. Bi yandan da kendime dikkat etmeye çalışıyorum, son 1 haftaya giriyoruz ve benim hiçbir uzvumu sakatlamamam gerekiyor.

Peki ya orada kimse beni sevmezse ve hiç arkadaşım olmazsa? İşte bundan çok korkuyorum. Yazık lan bana.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Rûyalar gerçek olsa seni her gün görürdüm

İki gece önce rüyamda Aşk-ı Memnu setindeydim. Evet, dizi bitmemişti ve çekimler devam ediyordu. Ha bu arada rüyamda Ziyagil köşkü öyle Boğaz'da filan değildi; İstinye'nin üst taraflarında bi yerdeydi. İstinye Park'a gelmeden, Carrefour'u hemen geçince. Bu arada evin içinde havuz vardı.

Neyse, ben dizinin setine bi iş için uğramışım. Bir şey verip çıkıcam. Ben işimi halletmeye çalışırken Behlül'ü görüyorum. Meğer Behlül bana asılıyormuş. Ama ben pek yüz vermiyorum -ki normalde hiç yapmam. Hatta durumu garipsiyorum. Bunlar olurken ben işimi hallediyorum ve evden çıkıyorum. Acilen başka bir yere daha gitmem gerekiyormuş. Hemen yoldan taksi çeviriyorum. Ama Bihter benden biraz daha geride taksi beklediği için araba onun önünde duruyor. Bihter biniyor, ben kalıyorum. Sonra taksi benim önümde tekrar duruyor. Bihter camı açıp "sen de gelsene, belli ki işin acele, gel birlikte gidelim" diyor. Ben de biniyorum arabaya. O sırada Behlül arabanın arkasından koşmaya başlıyor ve arabayı durduruyor. Hemen ön koltuğa geçiyor o da. Bana asıldığı için ona haber vermeden gitmeme bozulmuş. Arkaya dönüp "neden gitmeden bana haber vermedin" diyor. Ben hala şaşkınım.

İşte o şaşkınlıkla uyandım. Zaten uyandığımda ağzım açıktı. Burası çok sıcak, sanırım bu nedenle uyurken üstüm açık kalmıştır. Ama bu yine de Behlül'ün bana asılabileceği ihtimalini ortadan kaldırmaz.

Neyse bu arada biz burs aldık. Arıza Hanım'la birlikte Fransa'ya gidiyoruz. Çok heyecanlı :)

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Ay başım nası ağrıyor anlatamam.

Bu ay da her zamanki gibi muayyen günlerimin acısını sevgiliden ve gözüme kestirdiğim esnaftan, dolmuş / otobüs şoföründen ama en çok da kendimden çıkarıyordum ki bir de ne olsun? İstiklal'de yürüyordum, bir grup insan, ellerinde "Türk Solu" yazan pankartlar, ağızlarında "Şehidine sahip çık" sözleriyle etrafı inletiyordu. Birden gözüme bi pankart ilişti

"İdam cezası geri gelsin, Apo asılsın"

E be cibilliyetsiz, e be kendini bilmez Türk solcusu, o ceza yüzünden asılmadı mı senin ağa babaların? Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu? Bu nası bi şey yahu? Bu ne şuursuzluktur? Bak yine çok sinirlendim.

Ben böyle sinirli sinirli yürürken ve sevgili 2 metre arkamdan bana yetişmeye çalışırken tramvay durağına yaklaştık. İleriden gelen tramvay birden duruverdi, arkasına bi vagon daha bağlamışlar, olmuş sana gezici sahne. Sahnede de bi grup vardı. Şarkı biraz şeydi ama olsundu (!!!). Siz sevgili okurlarımı uzun zaman ihmal ettiğim için hemen kaydettim olan biteni. Eve gidince bloguma koyarım dedim. İşte böyle bir şeydi


Onlar öyle ilerlediler, müzik gitti yerine kalabalığın sesi geldi. Tabii ki hayat tüm hızıyla sürüyordu. Daha otobüs durağına varmadan meydandaki koca sahnede bi şeyler oluyordu. Hemen gidip baktık. La Compagnie Bis Repetita 360 isimli bi Fransız grubun performansını izledik. İnanılmazdı. Bi kadın ve bi adam daire şeklindeki metal bi konstrüksiyonun üzerinde / etrafında / içinde / dışında ve her yerinde acayip acayip hareketler yaptı. Ben de o estetik ve vücut hakimiyetini ağzımı ayırarak izledim.

Ne güzel lan. Hep böyle müzik olsun, dans olsun, bi şeyler olsun sokaklarda. Bence öyle olursa hepimiz unuturuz Kürt sorununu, şunu bunu. Mesela yanımda oldukça fakir bi amca duruyordu izlerken. Bitince çılgınca alkışladı. O unutmuştu misal. Ben de unutmuşum 'Türk Solu Adam'a olan kızgınlığımı.

Sonra eve geldim, televizyonu açtım Nuray Mert ve Nazlı Ilıcak konuşuyor. Hayır Nuray Mert'i severim de, Nazlı Ilıcak'tan hiç hazzetmem o ayrı. Ama mesele bu değil; baktım baktım ve konuşmanın, dinlemenin boş olduğuna karar verdim. Bence onlar da farkında boş olduğunun. Mesela Nazlı Ilıcak Bodrum'da tatilde, program için İstanbul'a geliyor herhalde. O da farkında hayatın Bodrum'da yoğurtlu semizotu yerken daha güzel olduğunun. Ee o zaman kime, neye dert anlatıyoruz? Ya da niye bu kadar çok konuşuyoruz ki?

Aman neyse. Benim de başım ağrıdı zaten. Ha bu arada ben mezun oldum. Nasıl bir şey diye sorarsanız, hani böyle yaymak denir ya, öyle bir şey işte. Öperler

10 Mayıs 2010 Pazartesi


Ne güzel şarkıdır bu yahu. Ama klip korkuç. Oktay Kaynarca o dönem parlak bi delikanlıymış ama bu bile kendisini sevmeme yetmedi. Neyse şarkıya dönelim. Gece gece aklıma geldi. Geçen sene Bordeaux'da bi gece Neslim'le otururken yine aklıma gelmişti de o yukarıdaki bölümünü defterime yazıp ezberlemeye çalışmıştım. Ama az önce fark ettim ki yine unutmuşum. Bazı şeyler kafama girmiyor galiba. Aynı considérer (veya consider) fiilini asla öğrenemeyeceğim gibi.

Neyse canım.

Şu an öyle sinir doluyum ki böyle birilerine "bi çakarım" diyesim var. Muayyen günümde filan da değilim ama hayır olsun diyelim.

Biz Edirne'ye gittik, Kakava Şenlikleri'ne. Garipti baya. Tüm akşam çingene mahallesinde dolaştık. Fransız fotoğrafçıyla karşılaştık ama ondan daha ilginci Nikon batarya veya şarj aleti arayan diğer fotoğrafçıydı. Ne uyuz bi herifti o öyle! Neyse gece Cenk'lerin evinde kaldık. Cenk'in kim olduğunu hala bilmiyorum, Koray Abi'nin bi tanıdığıymış. Hoş Koray Abi'yi de ben pek tanımıyorum ama çok iyi birisi bence. Sonuçta onun sayesinde "Bi götüne karanfil takmadığımız kaldı" lafını öğrenip hemen günlük dilde kullanmaya başladım. Neyse sabah da 4'te kalkıp çingene mahallesine gittik tekrar. Yanımıza bi adam geldi, 30 bira içip "Abi kafam bomboş hala" diyen bi adamdı. O an Hızır ve İlyas peygamberlerden çok yusufyusufyusuf nidalarıyla inliyordu içim. Ama kimseye bi şey belli etmedim. Ne demişler, kol kırılır yen içinde kalır (yen burada elbisenin kol kısmı anlamında, ÖSS'ye hazırlanırken öğrenmiştim). Güneş doğarken Tunca Nehri kıyısındaydık. Çingene kızları gelinlikleri giymiş gelmişlerdi. Yerel halk da öyle film izler gibi mal mal bakıyordu. Ama ben hemen aralarına karıştım. Tam da o sırada bizim okuldaki erasmus öğrencilerinden biriyle karşılaştık. O da baya saçma bi noktaydı. Sonra şehir merkezine gidip kahvaltı yaptık. Belgeselciler az sonra taşla kovalanmak üzere çingene mahallesine geri döndüler, biz de Selimiye'yi gezdik. Cami'nin müezziniyle konuştuk. Adı da Tevrat'tı. Bu da Edirne gezimizin ilginç noktalarından biriydi. Tevrat isimli müezzin kardeş. Sonra belgeselciler de yanımıza geldi ve geri döndük. Ha bu arada ciğer yemeyi unutmadım. Bence güzeldi.

Ay bi de Edirne gezisinden önce Fransa'dan Lille'deki gazetecilik okulundan (bkz. ESJ Lille) öğrenciler geldi. Onlara yardımcı olduk. Çok keyifliydi. Keşke yine gelseler. Ya da biz gitsek, iade-i ziyaret bâbında.

Tüm bu anlattıklarım sırasında 1 kelime bile tez yazmadım. Sıçtı Cafer bez getir. Galiba sinirim bundan ileri geliyor. Off poff.

23 Nisan 2010 Cuma

Yamuk yumuk hayatım

Az önce Facebook'uma da yazdım, dedim neden blog alemiyle bunları paylaşmıyorum. Haydi zekiye, ne duruyorsun dedim ve soluğu burada aldım.

Ambassade bursundan yediğimiz tepikle birlikte kendimi kapı önünde buluverdim. Kaldı mı elde kıçık kırık A.U.F.? Gerçi şimdi öyle dememek lazım, olura bir de çıkarmış. Ama hiç umudum yok. Yani 3 tane iletişim öğrencisinden -başvuru dosyasında iletişim fakültelerinin kodu bile yokken- üçüne de burs verilmesi pek mümkün gelmiyor bana. Yanarım yanarım o campus france için götüm götüm vereceğim 300 liraya yanarım. Yanarım, yanarım, gün geçer yanarım.

Neyse diyorum ki ben de aşık olsam mesela, aşk acısı çeksem. Sonra da bu acıyı unutmak için arabaya atlayıp öyle gitsem Bodrum'daki yazlığa, veya yurt dışında bi dil okuluna yazılsam. Hadi o olmuyorsa, mezun olunca babam bana bir ofis açsa. Mimarlık bitiriyor olsam mesela, ofisim de hazır olur. Oh ne ala mualla. Ya da beni sevgisiyle ve parasıyla ısıtan bi kocam olsa. Ahanda resimdeki gibi olsak mesela. Birbirimize sarılıp, el ele göz göze Viyana sokakları senin Prag meydanları benim diyerek gezsek. Kocama artık evde oturmaktan sıkıldığımı söylesem o da bana şirketlerden birinin başına geçebileceğimi söylese mesela? Hiç olmadı benim için ufak bir mağaza filan açsa. Pastane olabilir.

Olmuyor işte a dostlar. Ne aşk, ne zengin baba ne de koca. Mimarlık desen o da yalan. Kapı gibi gazetecilik diplomamla (gerçi diplomada iletişim yazıyor olacak) öyle aval aval bakarım ben. Sonra da giderim bi gazeteye, başlarım muhabirliğe. Verirler ayda 600 lira maaş, sigorta da olmaz ilk zamanlarda. Ay en iyisi devlete girmek aslında. Öğretmen olabiliyor muyuz biz? Zaten zamanında çok demişlerdi, "öğretmen ol kızım, bayan için en ideal meslek" diye de ikna etmeye çalışmışlardı da o domuz inadım yüzünden "bana ne ya" diye geçiştirmiştim. Ya işte, büyük sözü dinlemezsen böyle olur.

Neyse, gidip İbrahim Tatlıses filan dinleyebilirim veya bi film izleyebilirim veya tez yazabilirim. Allahım ne yaman çelişkiler bunlar.

6 Nisan 2010 Salı

Aydıns

Geçen hafta Deniz Baykal Van'a gitmiş, kongre için. Bazı insanlar da Baykal'ı protesto etmişler. Yuhalamışlar, yumurta atmışlar filan. Bugün de Van Valisi açıklama yapmış, "Protestoyu yapanlar 300 kişilik bir gruptu, haklarında suç duyurusunda bulunuldu. İl emniyet teşkilatımızın herhangi bir görev zafiyeti söz konusu değildir" diye. Yahu anlamıyorum, adamlar suç işlememişler veya kimseyi suça teşvik etmemişler. Protesto etmişler sadece. Bunun için de bıçak, silah vb. öldürücü/yaralayıcı bir alet kullanmamışlar. Bizzat kendi özlerinden hareket ederek ağızlarını kullanmışlar. Ee neden o zaman suç duyurusu? Suç nedir pardon? Kime duyuruyorsun?

Sanırım bazılarını anlamıyorum veya onlar beni anlamıyor.

Bugün Türk dış politikası sınavı vardı. Bence gayet güzel bir soru sormuştu hoca. TRT El Türkiye kanalının açılışını Türk dış politikasını belirleyen temel faktörler açısından değerlendirmemizi istemişti. O değil de, sınava hazırlanmak için Baskın Oran'ın kitabından çalışıyordum. Oran kitabında aydın kavramını şu şekilde tanımlamış:

"Aydın kavramı, az gelişmiş ülkelere özgü bir terimdir, gelişmiş ülkelerde bulunmaz...En güzel tanımıyla aydın, modernleşme kendi ülkesine ulaşmadan modernleşmenin ürünü olan toplumsal öğedir. Küçük burjuva tabakasının okumuş kanadından gelen aydın, bunu ya Batı'ya gidip eğitim görerek ya da kendi ülkesinde Batı okullarında okuyarak gerçekleştirir."

Yani buradan hareketle Türk aydınlarını nasıl tanımlayabiliriz?
-Bok içinde badem

4 Nisan 2010 Pazar

Geçse de beni unutma, hiçbir aşkını unutma

Yine bir vize dönemiyle daha karşıma çıktı hayat. Ne mutlu bana. Kendi çapında küçük bir arkadaş çevrem var benim de. Ancak hepimiz öylesine mutsuz ve bezginiz ki birbirimizin içini karartıp duruyoruz sürekli. Bu halimizi de seviyoruz herhalde. İyice tutunduk yani, bırakmıyoruz da. Mazoşizm böyle bir şey sanırım. İnsanın kendine "mutsuzum" dedikçe içten içe bundan zevk alması.

Ama az önce düşündüm de, yani çok kısa bi süre düşündüm çok fazla diil, bence yine de iyi şeyler bunlar. Evet tamam hiçbir şey belli değil, her şey karmaşık, zor, sıkıcı filan ama. İnsanın böyle uğraşlarının olması, hayatını düşünmesi, geleceğini planlamadan evvelki sıkıntıları yaşaması filan bir bakıma yaşadığının kanıtı gibi bir şey. Yani tam olarak anlatamadım da demek istediğim şöyle bir şey; mesela geçenlerde babaannem hastalandı, zaten bu sene çok sık hastalandı. Neyse hastaneye kaldırıldı, biraz yoğun bakımda kaldı, biraz daha hastanede yattı, sonunda çıkarıldı hastaneden. Telefonda bir ara şöyle bir cümle kurdu; "Aslında daha çok yaşamayı isterim ama herhalde ömrüm bu kadarmış benim." Ne garip bir şeydir bu yahu. Bi gün bakıyorsun ve artık bitmiş, çok az kalmış. İnsanın içi ürperiyor. Kabullensen ayrı dert kabullenmesen ayrı.

Neyse ben hemen gündelik sıkıntılarıma geri dönüyorum. Son zamanlarda çok kilo aldım, tam tamına 4 kilo almışım. Ha şimdi belki beni tanımayıp da okuyanlar şımarıklık ettiğimi düşünebilir ama hemen belirteyim ben öyle 30 kiloluk çıtırlardan değilim maalesef. Hani denir ya etli butlu diye, onlardan işte. Ben de hal böyle olunca rejim yapmaya, günlük çikolata tüketimimi azaltmaya ve spor yapmaya karar verdim. Spor çok iyi, çok keyifli de insanın az yemeye çalışması, kendini kısıtlaması baya zor bir şey. Ama sanırım zayıflamak için başka yol da yok. Zamanında denemiştim o 3 günde 5 kilo verdiren diyetleri. Yalan onlar, benden söylemesi.

Son olarak da şu başlıktaki şarkıdan bahsetmek istiyorum. Geçenlerde aklıma gelmişti, tam da o başlığa yazdığım sözleri gelmişti. Yahu orasını nasıl da içli içli söylemiş, böyle dinledikçe içim bi garip oluyor. Anlatamıyorum.

12 Mart 2010 Cuma

Canım çeker öperim, canım çeker severim

Araştırılması gereken okullar, yapılması gereken master başvuruları, yazılması gereken motivasyon mektupları, başvurulması gereken burslar, okunması gereken kitaplar, yazılması gereken bir lisans tezi, taranması gereken gazeteler, hazırlanması gereken haberler, çıkarılması gereken bir dergi, okunması gereken notlar, girilmesi gereken dersler

bunlara ek olarak alınması gereken kıllar, temizlenmesi gereken bir ev, yıkanması gereken çamaşırlar, bulaşıklar, yapılması gereken banyo, ütülenmesi gereken kıyafetler, düzenlenmesi gereken çekmeceler, atılması gereken çürük domatesler

ve daha niceleri beklerken ben uyuyorum. Hem de öyle böyle değil; her gün 10 saat uyumadan kalkmıyorum. Canım hiçbir şey çekmiyor (bkz. içeriğe uygun başlık).

3 Mart 2010 Çarşamba

Hatta unut ne varsa verdiğim al götür öyle git

Birazdan yazacaklarım arasında doğrudan bir bağlantı aramayınız. Aralarındaki tek ortak nokta, tüm bu yazacaklarımın buluştuğu beden ve hayattır. Tabii ki kendi hayatımdan ve benden bahsediyorum.

Sanmayınız ki bu blogu unutmuştum. Tam aksine sık sık bakıyor ve her baktığımda da o korkunç fotoğraflarımı gördükten sonra ortalığa yayılmış pis bir osuruk kokusu duyunca yaptığım gibi suratımı buruşturup sayfayı kapatıyordum.

Hayatımda yaşadığım gel-git dönemlerinden ve kafa karışıklığından mütevellit neler yazacağımı bilemiyorum. Ancak şunu belirtmeliyim ki çok mutsuzum. Danalar gibi mutsuzum ulen! Bakmayın öyle orada burada ahkam kestiğime, içimde ne fırtınalar kopuyor bir ben bilirim.

Korkunç final dönemini müteakip bastıran çetin kış koşullarıyla savaşıyordum ki gönlümde bir yangın başladı sevgili insanlık. Ha insanlık demişken, bir dostumun da zamanında söylediği gibi benim insanlıkla bir problemim yok; hülasa hümanist biri olduğumu söyleyebilirim. Benim problemim insanlarla.

Neyse, gönlümdeki yangın diyordum, erkeklerin büyük (ama cidden büyük) bir çoğunluğunun puşt olduğunu fark ettikten sonra gönlümde aniden başlayan yangın yine aniden sönüverdi. Üzgünüm ama hepiniz olmasa bile birçoğunuz puştsunuz sevgili pipililer.

Final döneminden sonra gelen yarıyıl tatilini ev-iş-ev sarmalında geçirdim diyebilirim. Gece 2'de eve geliyor, 4 gibi uyuyor, akşam 6'da kalkıyor 8'de yine işte oluyordum. Çok eğlenceli dimi? Daha da eğlencelisi, bir gün öyle bir uyumuşum ki (bkz. ölümüne uyku) akşam 22.30'da gözlerimi açtım ve işe gidemedim.

Zamanı iyi kullanma yöntemlerini bi güzel pratik ettiğim tatil döneminden sonra zillerin çalmasıyla birlikte (eteklerimdeki zillerden bahsediyorum) tekrar okul başladı. Kayıt filan derken bir de DELF sınavına girdim. Hatta 2 gün önce sözlü sınavı bile vardı. Neyse bu konulara hiiç girmek istemiyorum.

Gel zaman git zaman bugünlere kadar geldik. Şimdi sorarım size, hayatı iş, okul, aşk-ı memnu ve lost izlemekten ibaret olan birinin nasıl olur da blog yazması beklenir? Şu bomboş hayatım ve çöplük beynimin en güzel özeti budur sevgili insanlık.

Bir sonraki yazımda bizim programın daimi konuğu olan Nazlı Ilıcak'ın ne kadar nemrut bir insan olduğuna değinmeyi planlıyorum. Bakalım.

21 Ocak 2010 Perşembe

Sabret, sabret inci tanem bekle beni

Tezimin girişi için yazdığım 7 sayfalık (kiloda hafif ama pahada ağır cinsinden) bölümün, tez danışmanım tarafından veto edilmesi ve at çöpe muamelesi görmesi bünyemde bir şok etkisi yarattı diyebilirim. Hani böyle boğazınıza bi şey düğümlenir, ağlayamazsınız bile, öyle yumruk gibi kalır. Ben de o 7 sayfayı yuttum, top olup boğazımda kaldı. Gözyaşlarım sel olup aksın isterdim ama olmadı.

Bu şok etkisinden hemmen sıyrılıp soluğu kütüphanede aldım. Günlerdir kütüphaneyi mesken tuttum. Meğer orası benim evimmiş. Böylelikle sizlere ve sevgili hocalarıma da buradan şu mesajı vermek isterim: Beni sindireceğinizi, susturacağınızı sandınız ama olmadı. Yılmadım, çalışmaya devam ediyorum.

Bu fotoğraftaki mal bakışımı ve yüzümdeki o şahsına münhasır eblek ifadeyi günlerdir muhafaza ediyorum. Kamburum da çok güzel değil mi? Zaten özellikle kambur çalışıyorum ki bir an önce iki büklüm olabileyim. Kıyafetler filan da on numara, haftanın şıkı bile olurum ben. Ben aslında neler olurum da, hadi neyse...

Bu aralar İstanbul çok soğuk. İki gün önce soğuktan ağlamak istiyordum. Sonra dedim yapma zekiye, bak sen adın gibi zeki bi kızsın, ağlamak için kendine daha nice bahaneler bulursun. Beynim her ne kadar bu sözlere inansa da vücudumu kandıramadım. Ve o çıkartmak istediği sıvıyı kâh gözyaşı olur kâh başka bir şey olur illa ki çıkaracaktı. Soğuktan çok üşümüştüm ve çişim şiddetle bastırıyordu. Mahallenin meşhur marketinde kısacık bir alışveriş yapmak zorundaydım; zira evde hiçbir şey yoktu. Markette dolanırken -ki az sonra yazacağım talihsiz vaka, geçen sene aynı markette kasada beklerken de yaşanmıştı- artık kasıklarım zonklamaya başladı. Ben de alışverişi hemen bitirip Ortaköy'ün yokuşlarında bir Heidi edasıyla tırmanışa geçtim. Bir Peter'im eksikti. Derken sokağımın muhteşem yokuşunda kasıklarımdan gelen iç ses kendince bir ses bombasıyla aynı desibelde ses çıkardı ve eve ulaşmama yaklaşık 30 metre kala koyverdim gitti. Evet donuma işedim. Ama çok şaşırmadım. Baktım ipin ucu koptu, ben de saldım artık. Bu durumdaki pek çok insan bir an önce evine ulaşmaya çabalar. Oysa ben ne yaptım? Elimdeki poşetleri kaldırıma koydum, çantamı açtım, fotoğraf makinemi çıkardım ve bu fotoğrafları çektim.




İşte bu kadar. Geçen sene bugün Fransa yolcusuydum. Ayağım çatlak. Heyhat, oysa şimdi ne hallerdeyim.

17 Ocak 2010 Pazar

Le yazı nobranic

Dünden niyetlenmiştim bugün çok uyumaya. Gece 02.30'da yatağa girdim ve 18.30'u biraz geçe yataktan çıktım. Tam 16 saat. İstediğim başarıyı tam olarak yakalayamamakla birlikte fena bir sonuç da sayılmaz hani. Sonra biraz oturup duvara baktım. Karnımdan gelen sesleri bi süre duymamaya çalıştım ama olmadı, gidip kendime iki yumurta kırdım. Yanına bir de çay yaptım. Yeni aldığım peynirden iki kibrit kutusu kadar yedim. Uyanmış, kahvaltımı yapmıştım. Bilgisayarla ilgilendim. Mailler filan. Sonra da başladım beklemeye. Sıkıntıdan ölmeye çalıştım ama olmadı. Çaresizce televizyonu açtım. Bu soğukta Ankara'da eylemde olan Tekel işçilerine 'onlar hiç yoktular, olmadılar' muamelesi çekip İstanbul'da patır kütür sesler çıkarıp kulaklarımızı ve içimizi bi hoş eden hava fişekleri gösteren haber bültenlerine teşekkürlerimi sundum. Kusasım geldi o an ama olmadı. Güya gösterileri Pekin Olimpiyatları'nın açılış gösterilerini de hazırlayan grup düzenlemiş. Çok başarılarmış falan fistan. Sorarım size, havai fişek ne işe yarar? Nedendir? Bana çok anlamsız geliyor. Patır kütür bişi işte. Hadi ışık oyunlarını anlıyorum. Değişik bi şeyler yapıyorlar ışıkla. Öyle uzun pipi gibi duran lazerleri kastetmiyorum. Bu sözlerimden de gösterilere, şunlara bunlara karşı olup hayatını renksiz, soluk solcu dergilerle geçiren bi kadın olduğum anlaşılmasın. Hulasa (bu kelimeyi de kullandım) dün Elle dergisine, bağlı olduğum tiyatro grubuyla birlikte fotoğraflar vermiş bi insanım.
Üşümekten çok sıkıldım artık. Geçen gün beyazçorap'la birlikte ibiza, maldivler gibi sıcak memleketlere yönelik gezi planları yaptık. Ama çok pahalı. E şimdi ibiza'ya gidip sokakta yatmak da olmaz. Sonra dedik zaten, ulen kaç günlük bokuz ki İbiza'ya gitme planları yapıyoruz.
Çok sıkıldım artık bu kararsızlık ve belirsizlikten. Master yapmak istiyor muyum, istiyorsam n'apmalıyım? Master yaparsam ne olur ki? Neler değişir hayatımda? Hadi gidip yaptım diyelim, sonra Türkiye'ye dönünce n'apıcam? Ayda 600 liraya Hürriyet'te çalışıcaksam ne anladım ben o işten? Peki master yapmazsam ne yapmalıyım? Gazete mi televizyon mu? Gazeteyse ne yapmalı, nerelere gitmeli? Televizyonsa ne yapmalı? Yirmi beş (yazıyla daha bir ürkütücü oluyormuş) yaşındayım ve hala "bu da yeni stajyerimiz. ne cici dimi?" muamelesi görmekten çok sıkıldım. Bi şeyler yapmak istiyorum. Kimileri de gelip diyor ki "bence öğrenciliği uzatabildiğin kadar uzat, profesyonel hayat çok zor". İyi de arkadaşım, öğrencilik dediğin de dışarıda akan hayattan izole edilmiş bir adada geçen bir şey değil ki. Senin yaşadığın hayatı biz de yaşıyoruz işte. Hem sen o yaptığın boktan iş için ayda 2 bin lira kazanırken bana kimsenin para verdiği yok.
Bir de tez belası var. "İnteraction entre la presse et les réseaux sociaux" konulu tezimi yazmaya devam etmeli sanırım. Veya televizyonu açıp Okan Bayülgen'i izlemeli. Çok kararsız kaldım şu an. Beni bu kararsızlıklar öldürdü zaten. Bak kendimden de fena halde sıkıldım şu an. Neyse, bu konulara hiç girmek istemiyorum. Hadi bu yazı da burada bitsin artık.

11 Ocak 2010 Pazartesi

Gönlüm hicran, hasret, gamla doldu

Tüm hafta boyunca hiçbi günüm boş değil. Aman ne güzel, ziyadesiyle meşgul, modern şehir hayatına uyum sağlamış kadın imajı. Yesinler beni.

Sabah Onur'u Kıbrıs'a yolcu ettim. Asker de kendisi. Askerliğin ne menem bi saçmalık olduğunu 2 gün boyunca dinlediğim hikayelerle bir kez daha pekiştirdim. Farklı düşünenler için aydınlatıcı olur belki; heykeltıraş bi adam, yontmayı biliyor diye berber olarak askerliğini yapıyormuş. Yok daha neler!

Gece boyunca rüyalar görüp durdum. Alemlerden alemlere aktım bi nevi. Uyudum, uyandım. Yanımdakine bakıp şaşakaldım.

Hani bazen bi şeyi istersin, çok istersin. Sonra birgün gerçekleşir. Hem de öyle bir şey gerçekleşir ki hayal bile edememişsindir. Senin hayalgücü sınırlarının da ötesindedir. Ama gel gör ki köprünün altından çok sular akıp geçmiştir. Ne hayalin gerçekleşmesi, ne de başka şeyler. Bi anlamı yoktur. Öylece bakarsın. Hayat bi kez daha fena halde ağzına sıçar. "N'oldu lan yine" dersin. Öyle bi şeyler işte.

Yine final haftası ve ben yine hiçbir şey yapmak istemiyorum. Varsa yoksa ihale, king oynasın; roman okusun uzaylı zekiye.

1 Ocak 2010 Cuma

İki sıfır on

Nası sinirliyim anlatamam. Böyle bi gerginlik, bişiler filan. Önüme gelene patlayabilirim. Dolunay varmış, ondan diyorlar. Hiç de anlamam bu işlerden ama belki de doğrudur.

Yıl bitti, tarih değişti. Ama benim hayatımda hiçbir şey değişmedi. Zaten Arıza Hanım da söylemiş ya, tarih dediğin nedir ki? İnsan uydurması işte hepsi. Ama bu sayılarla olan manevi münasebetler dolayısıyla ben 2010'u seviyorum. Güzel bi sayı. En azından 2009'dan iyidir. 2009 yılı hayatıın en abuk yıllarından biriydi. Bir de 2001 böyle acayip geçmişti. Zaten ben 2009'dan pek bir şey de beklemiyordum. Buraları önceden takip edenler bilir, bilmeyenlere de hemen şu alıntıyla durumu özetlemek isterim:
"2009 derseniz, ondan pek bir şey beklemiyorum."*

Yılbaşı akşamında bi arkadaşımın evindeydim. Eve biraz gecikmeli ulaşmamıza rağmen 1,5 saat içinde muhteşem bi sofra kurduk. Ama neye yaradı? Yemeklerin çoğu kaldı. Sonra başka insanlar da geldi, sohbet muhabbet, tabu, victoria's secret defilesi (4 kere izlendi), kainat güzellik yarışması derken geceyi tamamladık. Ne sarhoş oldum ne bi şey. Evime geldiğimde saat sabahın 7si olmuştu. Ben de o saatte yapılacak en mantıklı şeyi yaparak bir an önce uyudum.

2009'un kısa bir özetiyle uğraşmak istemiyorum şu an. Zaten buraya yazdım, yazamadıklarımı da bilenler bilir. Her yıl adet olduğu üzere yılın götü ilan edilir bizde. Bu yılın götü benim. Kimseye kaptırmam. Başıma gelenler ve yaptığım saçmalıklarla bu ünvanı sonuna kadar hak ettiğime inanıyorum.

2010 yılına gelince, az önce de söyledim. Ben sayıyı sevdim, kanım kaynadı yani. Bu yıldan beklentilerim de oldukça yüksek. Mezuniyet, master filan derken neler olacak bilmiyorum tabi ama. Ben güzel bir şeyler olacağına inanıyorum.

Ama şu an çok sinirliyim. Allah herkesi benim gazabımdan korusun.