Blog aleminde adet olduğu üzere ben de bir yeni yıl geliyor, eski yıl şöyle böyleydi yazısı yazmaya karar verdim.
Şimdi 2008'i özetlemek zor. Bi dolu şey oldu işte, oldukça da yazdım buralara, anlattım, konuştum. Aslında ben sevmiştim 2008'i. Sanırım 8 rakamını sevmemden ileri geliyor bu sempati. 2009 derseniz, ondan pek bi şey beklemiyorum. Tek sayılardan bi 5'i bi de 3'e katlanabilirim. Geri kalanını at çöpe. Bana çift olanlar daha güzel geliyor.
2009 yılı bu burun kıvırışımı hissetmiş olmalı ki ilk günlerini hastalıkla karşılamam için bana hoş bi sürpriz yaptı. Yaklaşık 22 saattir yatıyorum. Sümüklüyüm. Öksürürken ciğerim yırtılıyor gibi oluyor. Mümkün olsa elimi boğazımdan içeri sokup oraları bi güzel temizleyip gazlı bezle sardıktan sonra elimi tekrar dışarı çıkarmayı planlıyorum. Hadi hayırlısı. Yalnız gerçekten 2009 bu sayı muhabbeti yüzünden bana kıl olup, beni virüs bombardımanına tuttuysa eğer, 2008'e çok kırılırım bilesiniz. Yani sonuçta 2008 onu sevdiğimi biliyordu, bir şeyler yapabilirdi diye düşünüyorum.
Ben yılın son günleri hasta, mutsuz ve Erasmus konularına kafayı takmış bir şekilde geçiriyorum. 2009'dan da pek bi şey beklemiyorum, bi öncekinden ne eksiği olur ne fazlası. Böyle yuvarlanıp giderim herhalde. Ama yine de tüm iyi niyetimle herkese iyi yıllar diliyorum. Yeni yıl için temennilerim de doğalgaz, elektrik fiyatlarının ucuzlaması, dünyanın tüm güzel ayakkabılarının fiyatının 1 lira olması, sigara fiyatlarının düşmesi, kimsenin hasta olmaması, Erasmusla ilgili her şeyin güzelce hallolması, paramın bitmemesi veya bittiği gün yeni paramın gelmesi, belediye seçimlerinde akp ve chp'nin hiçbir ilçede kazanamaması, sinema biletlerinin ve uçak biletlerinin ucuzlaması, Tolga'nın çabucak dönmesi, Beyazçorap'ın projeden geçmesi, zeynep'in sakatlanmadan hayatına devam edebilmesi, Onur'un mutlu olacağı bi işte çalışması, üniversitelerden çıkarılan asistan öğrencilerin tekrar işe alınması, milliyetçilik denilen boktan zırvanın ortadan kalkması bi de uzaylı zekiye'nin daha çok rüya görmesi.
Hadi hepimize mutlu seneler
31 Aralık 2008 Çarşamba
İki sıfır sıfır dokuz
27 Aralık 2008 Cumartesi
Bir telaş, bir heyecan
Sonunda passifloramı aldım ve rahatladım. Pek bi iyi hissediyorum kendimi. Biraz fazla konuşuyorum ama o da nazar boncuğu olsun diyelim.
15 Ocak'ta gidiyorum. Garip bir şeyler hissediyorum vücudumda. Bir yandan çok heyecanlıyım bir yandan da böyle saç diplerim sızlıyormuş gibi bi şeyler oluyor kafamda. Gitmek ne acayip şey. Günler geçiyor, şunlar bunlar oluyor, dedikodular, eğlenceler, kahkahalar, kavgalar filan derken bi dünya anı kalıyor elinde. Sonra da kalkıp bi yere gidiyorsun tüm o hafızanda kalanlarla. Aslında bi yandan çok da keyifli. Daha doğrusu değişik bir ruh hali ve deneyimlemeye değer (bu deneyimlemek kelimesi de çok mu akademik kaldı ne?).
Depresyonum geçiyor gibi. Aslında tam emin değilim ama şu aralar acilen ilgilenmem gereken konular olduğu için onlara yöneldim. Bir de kendi kendime dedim ki, ulan zekiye, bi insan ol da kendine gel dedim. Ne bu böyle triplerde filansın, zaten gideceksin birkaç gün sonra, şu kalan günlerinden keyif almak yerine sen somurtup oturuyorsun. Aslında bunları daha önce de söylemiştim, söylemişlerdi ama ben yeni aydım diyelim. Haniymiş benim günlük dertlerim diye bi sevesim geldi normalleştirdiğim sorunlarımı. Galiba insan hayatı ancak böyle şeylerle katlanır kılabiliyor. Ne acayip varlıklarız yahu, kendimize dert arıyoruz ama çok okkalı olmasın, şöyle günlük çerez çiğdem niyetine olsun ki tadı çıksın diyoruz, sonra da bunlarla uğraşırken yuvarlanıp gidiyoruz. Değişikmiş. Buradan hayatın anlamını arayanlara sesleniyorum, cevap verin ayol, neden yapıyoruz böyle saçma sapan işler?
Erasmus için bazı şeyler yapmak gerekiyor. Dün kendimize yapılacaklar listesi hazırladık. Listenin başında klozet kapağı örtüsü almak, bolca külotlu çorap götürmek gibi şeyler var. Akıllara zarar diyorum.
Ya bir de ben çok korkuyorum aslında. Ama bi yandan bu korkudan da zevk alıyorum.
N'apıcam ben oraya gidince?
23 Aralık 2008 Salı
Bişi dicem
Ve tiz bir kadın sesinde bir devir inlerdi*
* Aysel Gürel (Sezen Aksu'nun Git (1986) albümündeki Ah Mazi isimli şarkıdan)
22 Aralık 2008 Pazartesi
Hayatımın anlamı
Öncelikle hayatımın elbisesini bulmak istiyorum. Böyle ne çok kadın kadın gibi olsun ne de çok salaş dursun. Rahat ve feminen olsun. Ama bu rahatlık ve feminenlik optimum seviyede olmalı. Her iki kavram da beni tatmin etmeli, fazlası zarar.
Hayatımın ayakkabısını istiyorum ki kendisini bundan dört yıl önce bulmuştum ama maalesef artık parçalandı.
Hayatımın pantolonunu istiyorum. Onu da bulmuştum ama o da eskidi ve üzerimde paralandı resmen.
Hayatımın badisini (!) istiyorum. Onu da bulmuştum, böyle puantiyeli, bebe yaka bir şeydi. Ama o da eskidi. Yırtılmak üzere olduğu için giymeye korkuyorum.
Hayatımın ceketini istiyorum. Aslında pembe uzun ceketim olabilir ama o bazen çok ince kalıyor.
Hayatımın çantasını arıyorum.
Hayatımın çizmesini istiyorum. Aslında hayalimde var bi çizme ama henüz hiçbir ayakkabıcıda kendisine rastlamadım.
Hayatımın hırkasını arıyorum. Böyle ömrümün hırkası olsun. Hem sıcacık olsun, yumuşacık, hem de hantal bi şey olmasın.
Bunların hepsinden birer tane olması kâfi gelecektir. Ama lütfen eskimesin. Eskiyince çok sinirleniyorum. Ben o kadar uğraşmışım onu bulmak için, sen tut eski. Olacak iş değil.
20 Aralık 2008 Cumartesi
Yorgancı'nın Kızı Zeynep'e açık mektup
Çok sevişmezdik öncesinde biz seninle. Kötü de değildik ama, bana Zeynep deseler uzun kızıl saçlı bir de hep uykulu gibi derdim. Şimdi daha çok şeyim var söylemek için. Sanırım birini tanımak böyle bir şey.
Gitti ya bizim kızlar, biz de başbaşa kaldık. "Ben sana mecburum bilemezsin / adını mıh gibi aklımda tutarım" gibisinden değil belki ama ona benzer bir şeyler. Olsun be, iyi de oldu. Öyle hep uykulu değilmişsin sen, sırf bunu anladığım için iyi oldu diyorum. Başka meziyetlerin de varmış, misal birkaç dango figürü biliyor olmak, sonra garip cümleleri yakalayıp "oo extrem devrik", patlangaç, bombastik gibi sözler icat etmek, efendime söyliyim fotoğraf çekmek, benim fotoğraflarımla oynamak, fotoğrafları bana vermek için beni yalvartmak (ki hala sette çekilen fotoğrafları vermedin)... Bu liste uzar gider.
Neyse efendim, gelelim mevzuya, 18 Aralık doğum günündü. Bi hediye alamadım, bildiğin üzere battım. Sadece hediye alamamakla kalmayıp bu akşam dışarı çıkma tekliflerin karşısında da sessizliğimi ve gudubetliğimi korudum (gurur duymuyorum). İşin özü hem parasızım, hem de mutsuz. Halim yok hiçbir şeye. Ama düşünmeme engel değil bu, o yüzden ben de hemen o nohut beynimi kurcaladım. Düşündüm de, biz seninle iyi anlaşıyoruz, iyi de arkadaş olduk. Şahsen ben seni pek bi sevdim. İşte bu sebeple duysun tüm ahali, geçmiş doğum günün kutlu olsun.
17 Aralık 2008 Çarşamba
Bi 8 gün susmak istiyorum
2 Aralık 2008 Salı
Bayram arifesi
Eve gelince şekerlerimi kaseye doldurdum. Üç gündür avuç avuç yutuyorum. Bugün Onur gelirken bana bonibon almış. Onları da boşalmak üzere olan kaseye ekledim ama nafile! Kasenin dibi göründü.
Amaan, bi de kendimi bunun için üzemeyeceğim. Buraya yazarken bi avuç çakıl taşı yutmak gibisi de yok be anacım.
İhbar niteliğinde not: Beyazçorap bayramda ilaçlı çikolata yapıp kapıya gelen çocuklara onları dağıtmayı planlıyor.
29 Kasım 2008 Cumartesi
25 Kasım 2008 Salı
Devamı var, bitmedi aşkımız
İşte bir gün yine Onurlar'dan çıkmışım, sabahın köründe, o bahsettiğim yokuşu inmeden play tuşuna basmışım ve dolmuşa binmişim. O saatlerde (Sabah 8-8.15 arası) Gültepe - Beşiktaş dolmuşları balık istifi kıvamında olur. Ben de cama yüzümü yapıştıracak şekilde dolmuşa binmişim. Metrocity'nin önünde dolmuş boşalmış, ben de şansıma en arkanın önündeki ikili koltuğun cam kenarına oturmuşum (bahsettiğim yer bi dolmuşta en sevdiğim yerdir. Bir de en arka dörtlü koltuğun en sağını severim. Böyle önünde koltuk arkası olmayanlardan, cam kenarı). Neyse işte ben bi güzel yerime kuruldum, sonra da hemen uykuya daldım. Şehirlerarası otobüslerdeki ayık halimin tersine şehiriçi ulaşımda uyumak en sevdiğim şeydir. Ben uyudukça uyudum.
Gözümü açtığımda bi adam omzumu dürtüyordu. Meğer biz Beşiktaş'a çoktan gelmişiz, hatta Tansaş'ın arkasındaki durakta bi kısım yolcular inmiş, geri kalanı da köprünün altındaki durakta inmişler. Ben ve şoför de dolmuşun eeen son durağına kadar tıngır mıngır gitmişiz. Tabi ben uyuyorum. Bilenler bilir beni uyandırmak öyle kolay şey de değildir hani. Gözümü açtığımda adamcağız "abla arabayı kapatıcam, inmicen mi?" diyordu. Kim bilir kaç kere söyledi bunu.
Üzüldüm bak şimdi.
24 Kasım 2008 Pazartesi
Sabah sabah
Bundan üç sene önce Ayşegül'le aynı evde kalıyorduk ama aramız çok kötüydü. O zamanlar tek odalı bi ev yerine, 2+1, genişçe bi mutfağı olan, kocaman aynalı dolaplı bi banyosu ve kombisi olan Fulya'da bi evde yaşıyordum. Ne var ki mutsuzdum, ev arkadaşımla anlaşamıyordum. Onurlar'da kalıyordum. Bi ara İlter bana mp3 çalarını vermişti. İki-üç günlüğüne filan. Mp3 çalarda da Ezginin Günlüğü'nün Dargın Mıyız albümü vardı. Hatta tam şu şarkıyla başlardı:
Eksik bir şey mi var hayatımda
Gözlerim neden sık sık dalıyor
Eksik bir şey mi var hayatımda
Gökyüzü bazen ciğerime doluyor
Öyle bir şey ki bu kolay anlatamam
Atsan atılmaz, satsan satamam
Eksik bir şey mi var, anlayamam
Bak çayım sigaram, her şeyim tamam
Kalksam duraktan dolmuş gibi
Arka koltukta unutulmuş gibi
Terliklerimle gelsem sana
Sonunda aşkı bulmuş gibi
Her sabah okula giderken, buz gibi havada sokağa çıkar, o yokuşu inerken daha play tuşuna basar, okula giderken onu dinlerdim. Öyle güzel gelirdi ki o Gültepe'nin çirkin sokakları ve garip bakışlı halkı.
Hala özler dururum o sabahları.
Bi de nedir bu eksiklik?
18 Kasım 2008 Salı
Son 24 saat içinde sinirlerimi bozan şeyler
Yol kenarında bekletilmiş, asfaltta demlendikten sonra bakır imbiklerde damıtılıp, araba tekerleğiyle tüm bedenime püskürtülen suyla tam üç kere yıkandım. Ne hoş!
Sinemada Yeni Dalga (Nouvelle Vague) akımının temsilcisi Alain Resnais'nin L'Année Dernière à Marienbad adlı filmini 3. kez, Hiroshima Mon Amour filmini de 2. kez izledim. L'Année dernière à Marienbad'daki kadın oyuncu Delphine Seyrig'in sürekli sağa yatık boynunu ve sol omzuna doğru uzatılmış kolunu düşündükçe çıldırasım geliyor. Filmi izlerken ekrana terlik atasım geldi. Çok şükür bugün sınavını olup, birbirinden saçma ve bana ait olmayan cümleleri kurduktan sonra kendilerini bir an önce hafızamdan atmaya karar verdim.
Bu sabah sınavım olması sebebiyle okula biraz daha erken gitmeye karar verdim ve amacıma uyacak şekilde 07.45'te uyandım (ben de çok şaşkınım). Şaşkınlığım çok uzun sürmedi ve 15 dakika daha uyumaya karar vererek gözlerimi kapadım, tekrar açtığımda saat 09.05'ti. Sınava geç kalmak üzereydim, paldır küldür evden çıktım. Benim için her sabah tekerrürden ibaretmiş meğer.
Kredi kartıma para yatırdım, bankalardan bir kez daha nefret ettim.
Hava çok soğuk, üşüyorum. Mümkünse yaz gelebilir mi? Bir de annemi özledim galiba, biri bana uğrayıp biraz benimle ilgilenirse çok sevinirim. Ne biliyim çorba yapmak olur, kahve koymak olur, meyve soymak olur, aklınıza ne gelirse işte.
Biri de şu omuzlarıma masaj yaparsa çok mutlu olurum.
11 Kasım 2008 Salı
6 Kasım 2008 Perşembe
Acılarla yüreğimi kanattın
İlkokuldan sonra hazırlık sınıfını da Merzifon Anadolu Lisesi'nde okudum. Bilmeyenler için hemen hatırlatalım; Merzifon, Orta Karadeniz'de bulunan Amasya iline bağlı küçük bir ilçedir. Merzifon'dan sonra İzmir'e taşındık ve orta ve lise öğrenimimi orada tamamladım. İzmir'e ilk geldiğimiz sene çok yalnız ve mutsuzdum. Zaten ergenim ve alayına karşıyım, bir de üzerine o 'koca' İzmir gelince, dünyaya küsmeye hazır haldeydim. Tabi o zamanlar İzmir benim için derya mübarek. Sürekli kaybolurum endişesiyle dolaşılan sokaklar falan filan.
İzmir'deki ikinci senemizdi yanılmıyorsam. Karşıyaka İskelesi'nin üzerine kocaman bi D&R mağazası açılmıştı. O zamanlar kaset satın almak pek bi önemliydi. Ne kadar kasetin varsa o kadar entellektüeldin. Ben de entellektüel bi ergen olarak (!) D&R'da aldım soluğu. Beğendiğim bi kaseti elime aldıktan sonra bir de İpek Ongun ve Gülten Dayıoğlu kitaplarının olduğu raflara bakayım dedim. En alttaki raflara bakınırken bi adamın ayaklarının dibinde aldım soluğu. Hemen başımı kaldırdım, bi de ne göreyim:o ayaklar Soner Arıca'ya ait.
Meğer o gün Soner Arıca'nın imza günü varmış. Hemen bi heyecan sardı içimi. Adamın ayaklarının dibinde bitivermişliğimi unutarak kaptığım gibi Soner Arıca kasetimi bi koşu imza almaya gittim. Tam kasadaki sırayı aşıp paramı ödedim, heyecanla imza almaya gittim. Ama Soner Arıca'nın yerinde bi masa ve boş bi sandalye vardı. O heyecanlı güruh da dağılmıştı. Ben de kasedimi bağrıma basarak evimin yolunu tuttum.
İşte geçenlerde bu anıyı hatırlayıp gülerken "N'oldu bu Soner Arıca'ya acaba" diye düşündüm, ama nete girip bakmaya da üşendim. Bugün Beşiktaş'ta yürürken bi afişte gördüm kendisini. Abdullah Şahin Halk Tiyatrosu tarafından sahneye koyulan Çılgın Yenge isimli oyunda yer alıyormuş. Az önce kendisinin resmi internet sitesine baktım (adamın resmi sitesi bile var) her cumartesi Nanna isimli bir restoranda sahne alıyormuş. "Soner Arıca ile romantizm dolu geceler" yazıyordu. Korkuyorum anne.
4 Kasım 2008 Salı
Kişinin teki; senin gibi, benim gibi
Senin gibi, benim gibi*
diye başlar şarkı. Aslında beni en çok etkileyen öğleden sonra Nünü'nün telefon etmesi.
Hayat geçip gidiyor, doldur boşalt, doldur boşalt. Herkes, her şey, hepsi aynı. "Yoksa siz de farklılaştıramadıklarımızdan mısınız?" diye sorasım geldi. Ya da farklılaştırıp, aynılığını gördüklerimden misiniz?
Neresinden tutsam olmuyor. Nerelerini tutsam da savurup atsam. Şöyle tereyağından bal çeker gibi olsa misal, Hasibe Teyze'ye gülseler. Ley ve gezbiyenler diye bir şey de olsa. Ben olmasam bazen. Ya da ben başka bi şey olsam. Yalnızlığa dayanamayıp uyusam bazen. Böyle bi ayı gibi kış uykusuna yatsam. Eminönü'de millete köpek diye ayı satıyorlarmış. Bunu düşünüp bağıra bağıra gülesim geliyor. Böyle bi yerden yere atasım var kendimi.
Uyuyuşunu görüyorum, tam karşımdasın, hırıl hırıl bi ses geliyor içinden. Sıcacıksın. Atletin ve donun var üstünde. Banyodan yeni çıkmış oğlan çocuğu gibisin. Üşümekten korkuyorsun. Uyku sersemi elinin dokunduğu yere sarılıyorsun, en yakınındakini öpüyorsun.
Aslında neye tutunduğum aşikâr. Gerçek bi şey var çünkü. Tek bir şey var. Hani o göğsüme yatıp da sıcak sıcak nefes alışın var ya, işte ona bayılıyorum. Öyle bi anda ölebilirim mesela. Öyle bi güzel olsa ölmek. Öle öle sevesim var seni. Bundan öncekileri hiçe sayarcasına, en baştan, sil baştan daha bi delirerek sevesim geldi bu akşam seni.
29 Ekim 2008 Çarşamba
Bazı bazı
Bir de Onur dedi, bazen kendimi zorlayıp sabrediyorum ama sabretmeye sabredemiyorum. Yani şunu demek istiyorum, bir şeye sabrederken uslu uslu yerimde oturmayı beceremiyorum. Kendi sabrıma şaşıyorum, sabrediyor olduğuma şaşıyorum, kendimi bununla boğuyorum.
Meğer ben büyümüşüm de haberim yokmuş.
Bi de keşke dünya bana ve size ve pek çoklarına öğretilenlerden farklı bi düzende işliyor olsaymış. Önkabuller olmasaymış mesela. Yemişim Aristo'nun klasik mantığını. Bende işe yaramıyor öylesi.
Bir de konuyla alakalı gibi görünen bi şarkı vardır, Yeni Türkü'den gelsin hepinize: Meğer gülüp geçmişim aşkın yanından
22 Ekim 2008 Çarşamba
Günlük
Önce bayram oldu, Eskişehir'e gittim. Babaannemin köyüne gittik. Bu sefer güzeldi, hava sıcaktı, güneşliydi. Köyde gezindim, fotoğraflar çektim. Tam bi şehirli özgür kız modeliydim. Hatta bi ara "İnsanlar burada nasıl yaşıyor?" ukalalığına bile ulaştım, hem de hiç utanmadan. Hava tertemizdi. Koyun sürüleri geçti. Sonra tarlaya gittik. Ayçiçeği kopardı babam. Taze çiğdem çitledim. Araba kullandım, çok heyecanlıydı.
İstanbul'a döndüm, Nurten'e ev tuttuk. Yanıbaşımda oturuyor. Mors alfabesini öğrenmeye karar verdik, zira duvara vurarak anlaşabiliriz. O derece yani.
Sonra Antalya'ya gittim. 45. Antalya Altın Portakal Film Festivali vesilesiyle (böyle uzun uzun yazınca daha afilli duyuluyor, ama bi o kadar da yapmacık). Bir sürü film izledim. Adını beğenmediğim için izlemediğim film Altın Portakal'ı aldı. Neyse buna çok da üzülmedim. Sonuçta ismi kötüydü yani, hala da kötü. Pazar - Bir Ticaret Masalı diye film adı mı olur yahu? Kırmızı halıda yürüdüm. Denize girdim. Suyun yüzeyindeki 3cm'lik bölüm dışında geri kalanı sıcacıktı. Parmak arası terliklerimle sokaklarda dolaştım, çok keyifliydi. Dünyanın en güzel çantasını gördüm ama çok pahalı olduğu için alamadım. Bolca çiğdem çitledim. Otelde kaldım. Şarap içtim. Kaldığım otelde alt kattaki öğrencilerin (kim olduklarını bilmiyorum) camına taş attım. O da yetmedi banyodaki sabunları kırıp attım. Sürekli abur-cubur yedim. Beş yıldızlı otelden fincan çaldım. Sevgilime ve Onur'a hediye aldım. İnternete giremedim, boşu boşuna bilgisayarımı taşıdım. Yeni bi bavul aldım. Kandırılıp bi fuhuş oteline götürüldüm, korkarak kaçtım. Başıma bi şey gelmedi çok şükür. Uçağa binip korktum. Bir sürü insan tanıdım. Ülkemin haline ve üniversitelerine üzülerek baktım.
İstanbul'u özledim.
Sonunda döndüm. Doğum günüm oldu. Hediye aldım, mum üfledim, pasta kestim, sarhoş oldum.
Ama şimdi oda-ev'imde beynimde sürekli aynı kelimeyle oturuyorum.
5 Ekim 2008 Pazar
ba-ba-ba-ba
Bu akşam Beşiktaş'ta oturuyorduk. İki gündür arkadaşıma ev arıyoruz. Bi yere oturup birer çay, kahve filan içelim dedik. Annem aradı, baban yüz felci olmuş dedi birden. O da nasıl söyleyeceğini bilemedi, dolandıramadı, beceremedi yalanı, dolanı. Kelimeler ağzından paldır küldür düşüverdi. İçim ürperdi o an. Birisi koca bi kepçeyle içimden bi kase sıcak kan aldı, sonra da ekmeğini içine doğradı. Aynen böyle oldu işte. Nereye gideceğimi filan bilemedim. Beşiktaş'ı tavaf ederek telefonda konuşmuşum, arkamdan gelenin sesini duyamadım, algımı yitirdim.
Sonra arkadaşlarım anlattı, çok kötü bir şey değilmiş. Ama babamı her gördüğümden farklı olarak görmeyi -beynimdeki resmi anlatmak istemiyorum, hatta o resmi silmek istiyorum bi an önce- tasavvur edemiyorum.
Eve geldim geleli yüz felciyle ilgili bir şeylere bakmadım. Bilmek istemiyorum onun ne olduğunu, geçip gidiversin hemen, ben onu tanımadan, tanışmadan. Öyle hayatımda birkaç kere bankada gördüğüm bi kadın olsun o. Ama hiç tanışmayalım mümkünse.
Belki cidden çok önemli bir hastalık değil ve hemencecik geçiyor ama ismi çok kötü. Rahatsız oluyorum. Babamın yaşlandığını kabullenemezken bu kadarı fazla geldi bana.
28 Eylül 2008 Pazar
içsel geyik
Asıl mevzuya dönecek olursak; bu akşam biricik sevgilim ve ondan biricik arkadaşım beni Fransa'ya kargoyla yollama fikrini ortaya attılar, hatta büyük valizlere sığacağım üzerine fikir bile yürüttüler. Ben de kendimi bir valizin içinde kıvrılmış bir halde hayal ettim hemencecik. Bu bende sık rastlanır bir durum oldu, bir keresinde bi arkadaşım "zeka küpüsün" dediğinde de kendimi bir küp olarak düşünmüştüm. Tabi benden kübist bir Picasso çıkmaz ama en azından kendimi küp gibi düşünebiliyorum. Yani bir Picasso gözü var bende, hayata karşı Picassovari bir duruşum var. Neyse efendim geçelim bu hoş-beşleri de, kendimi vakumlu poşetin içinde gibi hissediyorum. Böyle elektrik süpürgesiyle tüm havam alınmış gibi. Akmaz kokmaz, ama ses de çıkmaz, kıvrılmaz, eğilip bükülmez. İçimden bişi çıktı bu aralar ama nedir anlayamadım.
Bir tarafım da diyor ki;
"Amaaan zekiye, bırak bu işleri, devlet su işleri..."
23 Eylül 2008 Salı
All i want*
Oh she is watching me
And her eyes they flow
With fond and tender pain
I know
Time laid out a road
We have walked alone
Never meet again
Now I know finally
I've never been alone
I just couldn't see
That like
The swirling of the sea
Life's a mistery
That brings me back to you
Oh, we put round our world
Chains that we denied
Yes we dreamed that we were free
And this was our downfall
With no place to go
We drift eternally
Now, I know finally
I've never been alone
I just couldn't see
That like the swirling of the sea
Life's a mistery
That brings me back to you
*Jehro, Jehro (album éponyme), All I Want
14 Eylül 2008 Pazar
Düşmek
Eylül de bitiyor. Bir yaz daha geçip gitti. Sonbahar geldi. Üç gün sonra İstanbul yolcusuyum. Bavulum filan hazır değil, hatta bavulum kırık. Yeni bir tane almak lazım. Birçokları gitti, kimi Nantes'da, kimi Paris'te; bense hala güzide ülkemin sınırları dahilindeyim.
Ölüdeniz'i gördüm bu yaz. Hatta katıldığım tekne turunda teknenin üst katından denize atladım. Muhteşem bir histi. Ölmek gibiydi. İki veya bilemedin üç saniyenin bu kadar uzun olacağı aklıma gelmezdi hiç. Bu gece o hissi tekrar yaşadım. Meğer kendimden bahsetmek ne zormuş. Yüksekçe bir yerden düştüğümü hissettim. Bu sefer de birkaç saniyelikti, upuzundu yine.
Başka bir yerden bakmak gerekirse eğer, hani Freud sexualité de l'enfant'da çocuğu beş evreye ayırıyordu ve bunların ikincisi le stade anal'di ya, sanırım ben o evrede kaldım. Bir şeyleri saklamak sonra da birden ifşa etmekten aldığım haz bambaşka. 1,5 ile 3 yaş arasındaki o 18 aylık sürece doyamamışım anlaşılan. En basitinden kendi psikanalizimi de yapıverdim ayaküstü.
Sabah oldu İzmir'de. Tüm sokak en güzel uykusunda. Hani Güneş'in doğmadan önceki maviliği var ya, hastane mavisi gibi, işte etraf tam o renk. Sokak lambaları da söndü. Balkona çıkıp birkaç fotoğraf çekmek güzel olur. Sonra da bit pazarına gidiyoruz. Gasp edilmeden dönersem gördüklerimi yazarım.
15 Ağustos 2008 Cuma
Sıcaktan huysuzlandı ablası
Dün yaklaşık sekiz saat boyunca sokaklardaydım. İğrenç güneşi ve Ahmedi Nejat'ın İstanbul'a gelişi sebebiyle oluşan iğrenç trafiği yaşadım. Her şey korkunçtu, İstanbul korkunçtu. Hayır anlayamadığım bu adam bu yollardan saat 2'de geçecekse neden o yollar sabah 8'den itibaren kapatılır? Maksat insanlar çıldırsın, hep birlikte saçlarımız sinirden diken diken olmuş bi halde gezinelim. Bir de şu şehre gelen her muhteşem devlet büyüğü Çırağan Sarayı'nda bi bardak su içiyor, peki neden bu adamları deniz yoluyla getirmiyorlar? Nedir bu resmi aracın önüne forsu takıp şehri birbirine katma merakı anlayamadım. Dün bir ara polisler benim de içinde bulunduğum o ayaktakımı halkı karşıdan karşıya bile geçirtmedi. Biz de ağzımıza geleni söyledik, devlete sayıp sövdük. Polis memuru da kendisinin sabah 6'dan beri orada olduğunu söyledi bezgin gözlerle. Maalesef benim ağzımdan onun beklediği "kıyamam" çıkmadı.
Bir insan neden polis olmak ister anlamam. Kimilerinin kendince özel açıklamaları olabilir, ama ben bu açıklamaların hiçbirinin sadece sırtını devlete dayama isteğinden kaynaklandığını sanmıyorum. Düşünsenize bi, bu ülkede bu kadar kolay yoldan elinde birçok yetkiyi bulunduran başka bi meslek var mı?
Hepimiz bayılıyoruz hükmetmeye, başkalarına karşı daha yetkili olmaya. Br konuda yetkin olmak değil de, "başkalarına" karşı daha yetkili olmak. Ne acınası ve zavallıyız hepimiz. Saçma sapan dertlermiz, çekişmelerimizle bir ömür harcıyoruz. Ortalama yetmiş yıl. Ne için? Birilerine hava atarım diye.
Ben muhteşemim diye demiyorum, ama birçoğunun da bunu görememiş olmasına şaşıyorum. Birileri de gelip "Hay allah ben nasıl sevgili bulucam. Aslında bazen bi kız beni nası reddeder diye düşünüyorum." diyor. Aman yarabbim, noluyor bize böyle? Bir de kendini dünyayla derdi olan, insanlığı kurtarma çabasına girişen birinden bunu duymak tüylerimi diken diken ediyor. Nedir bu saçmalık? Bu çekişmeceler?
Tamam siz hepiniz çok güzel ve muhteşemsiniz, ben iğrencim. Oldu mu?
Huysuz muyum ne?
9 Ağustos 2008 Cumartesi
10 Temmuz 2008 Perşembe
Z.'den
"Geçen yıl, dedi Z.'nin sağında oturan, hayır, dur, geçen yıl değil, hangi yıldayız şimdi? Vallahi 200'den sonrasını şaşırdım. Üç heceli yıl mı olur yahu? Şöyle ağız dolusu bin dokuz yüz altmış dokuz demek varken... Doğru söylüyor, yılı söyleyince, bugünlerde gerçekleşen olaylar öyle önemli görünmüyor. Yaşanmamışlığı yaşıyoruz bizler. Dilin bilmiş, yaşamış doygunluğunu yitirdik. Evrimin başlangıcına dönmüşüz gibi."
II.
"Uçaklar çok ucuzladı, diyor bir başkası. Ucuzladı ucuzlamasına ama bana uçak yolculuğu gerçek yolculuk gibi gelmiyor. Bir maketin üstünden geçiyormuşsun gibi, diyor başından beri konuşan. Korkuyor, diye düzeltiyor yol arkadaşı. Korkmuyorum. İnişte, kalkışta içim kalkıyor elbette ama o kadar. Sonrasında havada olduğumuza inanmıyorum. Yükseklik korkum var ama uçaktansa ikinci kattan aşağı bakmak daha güç geliyor bana. Uçak aklımın almayacağı kadar yükseliyor. Uçağın penceresinden aklımın almadığı şeye salak salak bakmaktan öteye gitmiyorum, korkmuyorum. Korkuyor, diye yineliyor öteki. Surat buruşturma. Gülüşmeler."
Orçun Türkay, Zavallı, YKY, Nisan 2008, İstanbul, sf. 47-48
3 Temmuz 2008 Perşembe
eşitsiziz
Evet insanlar arasında bir sürü eşitsizlik var ve kimileri bu eşitsizlikler sebebiyle acılar çekiyor, eziliyor, horlanıyor ve ötekileşiyor. Ama insanların isimleri arasında bir eşitsizlik yok. Örneğin staj yaptığım şirketin genel müdürünün adıyla benim adım aynı. Demek ki özünde bir eşitsizlik filan yok. Hepsi bizim bokumuz.
30 Haziran 2008 Pazartesi
iç bulantısı
26 Haziran 2008 Perşembe
Deniz Yıldızı 1
Ve en sonunda Sezen'in albümü de çıktı. Yaklaşık 3,5 yıl aradan sonra Sezen bizlere yeni bir albüm sundu, ismi "Deniz Yıldızı". Bir arkadaşım albümü "Işık Doğudan Yükselir'imsi bi Bahane" olarak nitelendirdi. Ben albüme henüz bir tanımlama yapabilmiş değilim, fakat oldukça güzel bir albüm olmuş. Eğer yanlış hissetmediysem Sezen'in de çok içine sinen, istediğini söylediği bir albüm olmuş.
Albüm, Deniz Yıldızı'yla başlıyor. Şarkının başlangıcı muhteşem. Uzunca süredir beklenen bir albümü açıp dinlemeye başlayan birisi için gerçekten çok etkileyici. Hatta ben şarkının intro kısmından sonra büyük bi fırtına kopacağını, yerin sarsılacağını filan düşünmüştüm ama olmadı. Yok ziyanı. Sezen şarkıyı Lauren Iseley isimli yazarın bir yazısından esinlenerek yazmış. Yazıdaki alt metin çok kuvvetli ve çok içten, insanca bir şey olmasına rağmen, söz konusu hikayenin Sezen'in kaleminde iki cümleyle aktarılmasını tercih ederdim. Zira belki de çevirinin kuruluğundan olsa gerek, albümde yazan hikayeyi edebi anlamda biraz yavan ve bayağı buldum. Fakat şarkının düzenlemesine ve sözlerine söyleyecek söz bulamıyorum. Şarkıda Sezen doğurduğu ve doğurmadığı çocuklarından bahsederken, yüreğinin genişliğini ve tüm insanlığa dair sevgisini bir çırpıda anlatıvermiş.
Albümün ikinci şarkısı olan Yol Arkadaşım'ın stüdyo kaydı yaklaşık bir sene öncesinde elime geçmişti ve dinlemiştim ve şarkıda geçen "şimdi bir semt adı vefa" sözü sebebiyle ve pek çok sebeple şarkıdan pek hoşlanmamıştım. Fakat Arto Tunçboyacıyan'ın muhteşem düzenlemesiyle şarkı öyle bir hal almış ki, ilk dinlediğimde tüylerim diken diken oldu diyebilirim. Şarkıda ud ve bas gitarın muhteşem buluşması anında göze çarpıyor. Doğu ve Batı'yı böylesine ustaca birleştiren kulaklara ve beyinlere binlerce defa teşekkür etmek istiyorum. Albümü ilk iki günlük (24*2=48 saat) dinlemeden sonra, şimdilik favori şarkılarımdan birinin Yol Arkadaşım olduğunu belirtmek isterim.
Sezen, albümde biriciği Onno'yu yine unutmamış ve Onno Tunç tarafından çalınan kısa bir piyano kaydını Onno Tunç'un kızı Ayda Tunç'un kemanıyla birleştirmiş. Kısa ama özlü bir şeyler çıkmış ortaya.
Hala Haber Bekliyorum Senden, yine girişiyle beni benden alan şarkılardan biri. Alaturkanın en güzel ve naif hali. Kırık Vals ise "mevsim suluboya olsa" dizesiyle inceden dokunur yüreğimize. Bunu takip eden Güvercin, Sezen'in Hrant Dink'e ağıdı, belki de armağanıdır. Sonrasında gelen Roman, Balkan'lardan uçan bi rüzgar gibi esti kulağımda. Ayrıca söz konusu şarkıdaki "aç aç doymuyor insan mayası" sözüyle Sezen yine kendine, insanlığa, insanlığına bir gönderme yapar. Göbeğimizi zıplata zıplata oynarken, bir varoluşsal kırılma geçirtir insana.
Ve ardından İzmir'in Kızları gelir, annesi, kendisi bir de haberi olmadan Onur'un anneannesi nezdinde tüm İzmir kızlarını hatırlatır, içimizi dışımızı paramparça eder. Bu şarkıyı her dinlediğimde gerdan kıra kıra söyleyen bi kadın canlanıyor gözümde. Ve her nedense bu şarkıyı hep bir müzikale yakıştırıyorum. Ve durup durup İzmir kızı olduğumu düşünüp dolmuşta, otobüste bi havaya giriyorum kendimce. Kendimi bi şey sanarak.
Sezen bu sefer Ermeni müzisyenlerle çalışmış. Her birini çok kıskanıyorum ama tebrik de ediyorum. Ermeniler sufi müziklere düşkündür, ben de bu albümün pek çok yerinde o Ermeni ilahilerinden bi şeyler buldum. Albümle ilgili analizlerim devam edeceğe benziyor. Ben bu albümü Adı Bende Saklı albümü gibi algıladım nedense. Hani önce A yüzü sevilen, zamanla demlendikçe B yüzü nispeten tercih edilen albümler gibi. Biraz daha demlenmek gerekiyor belki de.
Sezen'i bir kez daha sevgiyle kucaklamak istiyorum, Müjde'yle bi akşam çaya veya kahveye de bekliyorum. Hem albümü dinler, hem de iki çiğdem çitleriz.
15 Haziran 2008 Pazar
Sallana sallana
İşte bu sebeple önümde yürüyen insanların baldırlarına bakıp duruyorum. Hele ki bacakları gösteren bir kıyafet giyilmişse, doymayın seyre.
9 Mayıs 2008 Cuma
f
Kimse aramasın beni, kimse merak etmesin.
Öyle gündelik eğlencelerle vakit geçireyim.
Sonra her şeyden sıkılıp dünyanın başka bi şehrine gidip tek başıma gezineyim. Kolumda saatim olmasın, marketteki kasiyer kızın kolundan fırsat bulup saati öğrenmeye çalışayım.
Sonra Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü 3 saatte okuyup bitireyim.
Hemen arkasından Huzur'u okuyayım.
Hayri İrdal benim arkadaşım olsun, birlikte tembellik yapalım.
Bana Hayri'nin sessizliğinden, umarsızlığından yakınanlara gülümseyip geçeyim. Bir roman kahramanı olayım.
Misal Kürk Mantolu Madonna olayım ben.
Her okuyan aşık olsun bana da.
Sergide kendi resmimin önünde saatlerce dikilen adamı dikizleyeyim.
Sonra onunla tanışalım.
Mantom da olsun ama, kürk olması şart değil.
Ya da ben hemen bir roman yazayım, herkes sevsin romanımı.
Ama kimse bilmesin onu benim yazdığımı.
Ben hala okulda manken taklidi yapmak veya garip sesler çıkarıp şarkı söylemekle meşgul olayım.
Sağır siyah bir yorgun yol olayım ben.
Veya benim kalbim kırmızı olsun.
Ya da o şarkı bana yazılmış olsun.
Her akşam 300 tane rüya göreyim ben.
Sabah kalkıp hepsini defterime geçireyim.
Sezen'le Müjde arkadaşım olsun.
Akşam bana gelsinler, böyle alakasız bi saatte.
Sezen gelirken kurabiye yapmış olsun.
Ya da en iyisi ben F olayım.
çünkü aynı şiiri iki kez duymak zor
8 Mayıs 2008 Perşembe
Meğer uykudan ölünürmüş
Hasta adamın yüzü çok kötüydü, zaten belgesel tamamlanmadan ölmüş. Uyuyamamaktan ölmek.
Uykuyla ilgili problemi olan birçok insana ait görüntüler vardı. Belgesele konu olan insanların uyurken çekilmiş görüntüleri de vardı. Açıkçası beni biraz ürküttü o görüntüler. Garip garip şeyler oluyordu. Mesela bi adam her nefes alışında uyanıyordu, ama o uyandığının farkında değildi, yani bilinci açık olmuyordu her uyanışında. Bir tanesinin de uyurken kalbi duruyordu. Ama öyle az buz değil, defalarca.
Ben de hep bi kameram olsun da, düzeneği ayarlayıp uyurken kendimi çekeyim isterdim. Aslında hala da istiyorum. Belki olur.
Tabi bu belgesel sırasında, bir önceki gece ütopyalar tarihine yönelik araştırmalarım vesilesiyle toplam 3 saat uyumamdan kelli 12 dakikalığına uyuyuvermişim. Bu da işin trajik yanı olsun bakalım.
8 Nisan 2008 Salı
Uyku kardeşim, ver elini
11 Mart 2008 Salı
Denge-siz
Ton expression est au chagrin
Tu as lâché ma main
Comme si de rien
N'était de l'été c'est la fin
Les fleurs ont perdu leurs parfums
Qu'emporte un à un
Le temps assassin
Dépression au-dessus du jardin
J'ai l'impression que c'est la fin
Je te sens soudain
Tellement lointain
Tu t'es égaré en chemin
Tu essayes de me faire croire en vain
Que l'amour reviendra l'été prochain
Jane Birkin
Evet evet, tam şu yukarıda yaptığım alıntıdır hissiyatımın ifadesi. Ani geçişler yaşıyorum. Heyheylenmek der buna kimileri. Anım anımı tutmuyor. Uyguladığım dengeli beslenme formülü beni biraz dengesiz yaptı galiba. Ama aldırmıyorum. Nasıl olsa hepsi içimde olup bitiveriyor. Gelip gidiyor. Belki de son günlerde dinlediğim müziğin etkisidir. Herkese şiddetle tavsiye ediyorum Jane Birkin'i. Hatta bu konuda şiddet kullanmaya bile razıyım (bakınız yine geldi bi heyhey dalgası). Neyse efendim, kanımca kendisi oryantalist müziği diline fevkalade yedirebilmiş bir zattır. Ben de fırsat bilip döndürüp döndürüp dinliyorum. Neyi döndürüyorsam, kaset mi kaldı anacım?
Şu yeni paragrafa geçmeye çalıştığım kısacık arada düşündüm de dengesizliğime sebep bir başka şey de olabilir. Hatta birçok başka şey. Misal, canımdan çok sevdiğim başbakanımızın kadınların 3 çocuk doğurması üzerine verdiği fetvayı ele alalım. Düşündüm de (işte o 2 paragraf arasında düşünmüştüm ya, onu kastediyorum [yazar burada şunu kastetmiş olmalı!!!]), ben her ay minicik yumurtacıklarımı bol oksijenli şu güzelim dünyaya salıvererek ne büyük yanlış yapmışım. 23'ünü henüz doldurmamış genç bir kadın olduğumu ele alırsak, ki gerçekte ele alınması gereken de budur, ne çok zarar vermişim şu dünyaya. E bir de bu durumu Türkiye ölçeğinde düşünecek olursak, aman yarabbi, büyük bir yanlış içindeyiz.
Hala inanamıyorum bu cümlenin nasıl bir ağızdan çıkmış olabileceğine. Kendisinin 75 milyonluk kalabalık Türkiye'den haberi yok herhalde. Tevekkeli ondan böyle konuşuyor. Ay yazık, kıyamam ben ona, öpesim geldi şimdi. Kesin özünde iyi bi insandır da o. Özünde iyi olmayan var mı kuzum allasen?
Neyse efendim, ben bu yazıyı bitirmek durumundayım çünkü acilen çocuk yapmam gerekiyor. Fetva öyle emrediyor. Buradan da uygun baba adayları aradığımı duyurmayı bir borç bilirim. Böyleyken de böyle işte.
26 Şubat 2008 Salı
...
Sebeb-i enva-i bela türlü cefâ
Tam üç tane ismin var iken,
Sonuncusu Canfeza
Yedi düvel çehrene müptelâ
Ben garip âşık-ı şeydâ iken terk-i can etmen revâ mı bana
Müsterih ol sırrını vermem ağyara
Sırrın da senle beraber karıştı toprağa
Bî-vefâ, bî-vefâ, bî-vefâ
Elif Şafak, Pinhan, s.54
24 Şubat 2008 Pazar
Uyku, biraz uyku
11 Şubat 2008 Pazartesi
Beklerken sıkıntıdan mıdır nedir
Onur'a karşı hissettiğim şeylerin tarifini yapmakta güçlük çekiyorum. Aslında bi' tarif yapma çabasında da değilim ama. Düşününce bi' garip geliyor.
Her tarafta Onur'u sallamıyormuş gibi dolanıp duruyorum. Aslında son derece uyumsuz bi' çiftiz. Tamamen zıt karakterlere sahibiz. Bazen düşününce ondan uzak olmak filan çok normal, çok kolay gibi geliyor. Ama galiba bu yaptığım bekara karı boşamanın kolaylığından başa bi' şey değil.
Başıma gelince ondan bir saniye bile uzak kalmak canımı acıtıyor. Şimdi bir ay boyunca Onur'dan haber alamamak, onunla görüşememek o kadar zor geliyor ki. Galiba yaptığım şey kıymet bilmemezlik. Boş keseden sallamayı pek iyi beceriyorum. Ama başıma gelince hemen su koyuveriyorum.
Asıl sorun yıllardır içimi kemiren o kötü düşünce. Yıllardır ama, hep aklımda bi' düşünce var, ve bi gün gerçekleşeceğine inandırmışım kendimi. Ne büyük aptallık. O yüzden sadece yanımda olduğu zaman içim rahat ediyor.
Hep hayalimdir zaten, Onur'u istediğim zaman küçücük bi' hale getirsem, küçük bi' heykelcik olsa, ben de her yere giderken yanımda taşısam. Gittiğim yerlerde ona bi' gazete alırım. Kocaman sererim ortalığa. Çayır çimende koşar gibi gazetenin üstünde geze dolaşa okur.Hem böylelikle canı da sıkılmaz.
Mesela beni o şekilde küçültseler, küçücük olsam ve Onur beni yanında taşısa çok canım sıkılırdı. Her şeyi görmek isterdim. Konuşunca beni duysunlar isterdim, beni görsünler isterdim. Öyle gazeteyle filan da oyalanmazdım. Hem yerimde rahat durmazdım kesin. Sürekli kaybolurdum. E bide küçücüğüm, şimdiki gibi heybetli de değilim. Artık arar dururlardı. Ben de saçma sapan bi yerden, mesela Onur'un saçlarının arasından gülerek çıkardım. Boyum kadar bi' saç telini koparmış, saç teliyle Onur'un burnunu gıdıklamaya çalışırken yakalanırdım.
Hey Allahı'ım, şu küçük beynimi daha da küçültmek için düşündüğüm şeylere bak.
Ben bu yazıyı da bitirirken Onur hala beni aramadı. Gerçi uçağı daha yeni havaalanına inmiş olmalıdır.
Son günler
Onur'un Türkmenistan'a gitmesi üzerine İlter'in yorumu daha ilginç oldu. Etraftaki herkes bi' yurtdışı deneyimi yaşadıktan sonra, kendisinin bu konuda henüz milli olamadığını belirtti. Oldu olası belden aşağı konuşmayı seven bir kişi kanımca. Onu da bu şekilde kabul ediyoruz.
Ben de sonunda İstanbul'a döndüm. 4 gün oldu geleli. Henüz pek alışamadım. Zaten pek bi' şey de anlamadım İstanbul'dan. Geldim geleli bi' telaşedir gidiyor. Yakında sakinleşir, hatta sıkıcı oluverir hemencecik.
Bu aralar televizyona baya takıldım. Sanırım İzmir'de kalmanın bana verdiği bi' zarar. Hemen bundan kurtulmak istiyorum. Çünkü keyif aldığım için televizyon izlemiyorum, ööle sesi açık sadece. Kuru gürültü dediklerinden.
Elif Şafak'ın Pinhan'ını okumaya başladım. İlter'in sözüne bakılırsa bu Pinhan kitabın sonunda baya bi' değişiyormuş. Merak içindeyim. Bu arada bilmeyenler için Pinhan romana ismini veren baş karakterin adı. Hoş bu blogu kim okuyordur orası da belli değil.
Bu yazı da bu kadar olsun bakalım. Aklımda başka şeyler de var ama, onları başka bi' başlıkta toplamak istiyorum.
5 Şubat 2008 Salı
Dönmeden önce, değişmeyle
Ama işin ilginç tarafı adidiyet sorunu yaşamam. Yıllarca onlarla birlikte yaşadım. Ben burda yaşarken başka bir evdeydik, şimdi oturdukları evde uzun süre yaşamadım. O yüzden bu evle aramda herhangi bir ilişki yok. Ama ailemle öyle değil tabi ki. Fakat kendimi sürekli yabancı gibi hissediyorum. On beş gündür İzmir'deyim, eşyalarım valizde duruyor. Kendi yatağımda uyumuyorum. Netice itibariyle buraya ait değilim ve evimi çok özledim.
Aslında içim acıtan başka bir şey daha var. Biz 4 kişilik bir aileyiz. Annem, babam, ben ve benden yedi yaş küçük kardeşim. Kardeşim 16 yaşında ve tam bir ergen (sivilceler, bitmek tükenmek bilmeyen agresif tavırlar, falan da filan), annem ve babam ise yaşlı olmamakla birlikte henüz 44-45 yaşında insanlar.
Fakat İzmir'e her geldiğimde kardeşim biraz daha büyümüş, annem ve babam da biraz daha yaşlanmış oluyor. İnsanın sevdiklerinin değişimini görememesi, bu değişimi yaşarken onunla birlikte değişememesi ne acı. Annem ve babam artık daha çabuk yoruluyor. Kardeşim her şeye kızgın, dünyaya tepkili. Bense arada bir gelip eve renk katıyor gibi gözüken halbuki her gelişin dönüşünde içinde garip bi' hisle İstanbul yollarına düşen, ailenin büyük kızı.
Lisedeki arkadaşlarımın birçoğuyla görüşmüyorum. Kasıtlı olarak değil, öyle denk geldi demek daha doğru. Ya da 'koptuk' demek de uygun düşebilir. Ama lise döneminde tanıştığım ve hala görüştüğüm bi' arkadaşımla konuşuyorduk geçen gün. Yaptığımız beyin fırtınasına göre hala görüşüyor olmamızın sebebi açıktı; birlikte değişmiştik. Birimiz hareket ederken diğeri arkadan bakakalmamıştı.
Şimdi annem, babam, kardeşim ileri veya geri, bi' taraflara doğru giderken, ben başka bi' yörüngede devinimimi tamamlıyorum. Birbirimizden ayrı, haberli gibi gözükürken bihaber.
İki gün sonra İstanbul'a dönüyorum. İçimdeki garip his, şimdiden geldi oturdu baş köşeye.
23 Ocak 2008 Çarşamba
Yolculuk
Yolculuk güzeldi. Onur'la geldik. Kamil Koç'un Rahat isimli seferlerinden birisi, 21 Ocak 12.20 Alibeköy kalkışı olan otobüsü seçtik. Aslında yine en önde gidecektik ama benim saflığım sonucunda 28-29 numaralı koltuklarda geldik. Otobüsün bi' tarafında ikili, diğer tarafında da tekli koltuklar vardı. Oldukça rahattı.
Aslında otobüsten öncesini anlatmakla başlamak en iyisi. Pazar günü Onurlar ve ben Akmerkez'e gittik. yemek filan yedik. Sonra Onur ve ben Ortaköy'e geldik, diğer Onur da evine gitti. Önce Onur'un evini düzenledik, sonra da valizini hazırladık. Sonra sıra bana geldi. Ev zaten düzenliydi, bizim de karnımız acıkmıştı. Evde son kalan yiyecekleri tüketmek amacıyla kendimize dürüm yaptık. Yanında da asidi kaçmış kola içtik(ki ben çok severim). Sonra da benim valizimi hazırladık. Aslında sadece sırt çantamla gelmek istiyordum ama genelde 15 günlük tatil için 2 valiz taşıyan birisi olduğum için, sadece sırt çantası kadar eşyayla gelmek benim için biraz hayal olsa gerek.
Gelelim devamına. Tüm hazırlıklar bittiğinde saat 7 olmuştu ve 10da evden çıkmamız gerekiyordu. Çünkü daha Beşiktaş'tan çorap filan alacaktık. Neyse ben uyumayı teklif ettim ve bu teklifim derhal kabul gördü. Fakat 2 saatliğine uyumak bizim için pek mantıklı değildi ama bunu düşünecek vaktimiz ve enerjimiz yoktu. Gözümüzü kapattık ve açtığımızda saat 10'du. Hemen giyinip çıktık. Tabi Ortaköy'un çetrefilli sokakları engel olmak konusunda ciddi bi' başarı sağlıyordu. Sonra Onur'a uğradık. Onun da valizini aldık. Hemen bi' taksiyi durdurduk ve Beşiktaş'a gittik.
Neyse ki servisi kaçırmamıştık, hatta 10-15 dakika erken bile gitmiştik. Sonra servisimiz geldi ve fütursuz kahkahalar eşliğinde servise bindik. Sonra da Alibeyköy tesisine ulaştık. Fakat yolda giderken Kuştepe'den geçtik ve yolda vitrin mankeni satan dükkanları gördük. Çok eğleniyorum o dükkanlara bakarken
Alibeyköy'e vardığımızda otobüsün kalkmasına yarım saatten fazla bi' zaman vardı. Hep o tesislerdeki çirkin yemek satan yerler para kazansın diye yapıyorlar bunu. Ama bizim karnımız çok açtı ve kendimize birer tost aldık. O sırada ben de bi' tane Polo-Delikli Nane almak istedim ama çok pahalıydı. Aslında çok da pahalı diildi ama benim bi' sinirim üstümdeydi galiba. Satıcı adama "Çok pahalı bu" deyip Polo'mu bıraktım. Aslında o benim PoloM değildi ama, şu an çok içselleştirdim galiba.
Tostlarımızı dışarıdaki masaların birinde yedik. Beşiktaş'ta servis beklerken Bursa bileti almaya gelen, Galatasaray amblemli ceketi olan ve aslan yelesi saç kesimli abi de ordaydı. Ama sürekli eşyalarını masada bırakıp bi' yerlere gidiyordu. Bence iyi değildi o aslan tipli abi ama, neyse artık.
Sonra otobüs geldi ve yolculuğumuz başladı. Aslında her şey güzel gidiyordu. Sıra feribot kısmına geldi. Hava öyle güzeldi ki, gökyüzü masmaviydi. Martılar filan da vardı. Bir sürü martı fotoğrafı çektik. Abarttım şu an, birsürü değil, 10 tane filan...
Feribot yolculuğu sona erdi ve karadaki yolculuğumuza devam ettik. O sırada Canım Kardeşim isimli filmi izledik. Filmin altmışıncı dakikasında bilgisayarın şarjı bitti. Ama biz de Bursa'ya baya yaklaşmıştık. Bursa otogarı oldukça güzeldi. Yerde kaymaca, otogarda yağ satarım bal satarım oynamaca filan aklımıza geldi. Bunları aklımızda tutarken bir yandan da bilgisayarı şarj ettik. Derken mola süremiz doldu ve yolculuğa devam ettik.
Filmimize kalan yerinden devam ettik, son 10 dakikası kalmıştı ki bilgisayarın şarjı yine bitti. Susurluk'taki dinlenme tesisine yaklaşmıştık. O sırada Onur uyuklamaya başladı. Birkaç tane fotoğrafını çekmeye çalıştım ama otobüs sallandığı için flu çıktı. Ben de yolcuları seyrettim, müzik dinledim. Sonra mola yerine geldik, Onur uyanmadı. Ben de tek başıma inip sigara içtim. Mola süresi bitti ve yolculuk devam etti. Ama yolculuğumuzun benim için en sinir bozucu kısmı başlamıştı. İzmir- İstanbul yolculuklarımın İzmir - Susurluk arasında geçen kısmından hiç hoşlanmıyorum. Bi' sebebi yok, sevmiyorum sadece.
İzmir'e yaklaşmıştık. Onur da uyandı. Saat akşam 8 olmuştu. Ama karnımız çok acıkmıştı. Televizyon kanalını değiştirttiğimiz, herkesin uyuduğu sırada kahve istediğimiz muavin kardeşten bi' de yiyecek istesek ayıp olcaktı. Hem zaten yiyeceklere yakın bi' yerde oturuyorduk. Adamı taaa koltuğundan kaldırıp, yiyecek istemek yerine biz alıversek n'olurdu sanki? E zaten biz de öyle yaptık. Açıkta duran krakerlerden 2 tanesini izin almadan alıp (çalmak değil ama bu) yemeye başladık. Ama krakerler bizi susatmıştı baya, e su almak da omazdı şimdi. Onun için bardak filan da lazımdı. Zor iş. Zaten Manisa-İzmir arasındaki dağdan kıvrıla kıvrıla İzmir'e doğru gidiyorduk, baya yaklaşmıştık.
Sonunda İzmir'e vardık. Karşıyaka servisini bulduk. Servisin kalkmasına biraz vakit vardı, ben de bi' sigara içtim o sırada. Onur sigara kokmamak için içmedi, yanımda bekledi. O sırada servisin arka kapısından bi' kadın başını çıkarıp bi' bardak sıvıyı dışarı fırlattı. Bence işemişti ama nası yapıcak ki? Kadın vücudu için plastik bardağa işemek pek ergonomik bişi değil. Bu sorunsalla boğuşurken servis hareket etti ve biz de Karşıyaka'ya doğru yol aldık (bu fiili de hiç kullanmamıştım).
Girne Lunapark durağına gelince indik.
Servis yolculuğu boyunca gördüğümüz İzmir'de hiçbir değişiklik yoktu. Bide herkese İzmir şöyle güzel, böyle düzenli diye hava atıp duruyoruz. Ama otogardan veya havaalanından şehre girerken gördüğün manzara korkutucu. Sen o kadar hava at İzmir için, sonra da gelen adamı Basmane'nın veya Karabağlar'ın arka sokak tadındaki yerlerinden geçirerek şehre sok. Acayip.
Peki şimdi ben bu yazıyı yazdım da n'oldu? Hiiiç, öyle içimden gelmişti. Peki sen okudun n'oldu ki?
2 Ocak 2008 Çarşamba
Eski yıl sona erdi, yepyeni bir yıl geldi
Bir de haftaya sınavlar başlıyor. o konuda hiiiçbir fikrim yok. Tabi bir de defterini kaybettiğim sınıf arkadaşıma bu gerçeği açıklamam lazım. O işi nasıl yapacağım onu hiç bilmiyorum.
Yılbaşı akşamı denilen etkinlik benim için biraz farklı yaşandı. Saçma ve olaylı bir şekilde başlayan yılbaşı akşamım son anda yapılan br manevrayla rutin halini aldı. fakat gecenin başlangıcındaki marjinal tavır da hafızalara kazındı.
Aslında yılbaşı akşamı için adaya gidip, orada bi' pansiyonda kalmayı planlıyorduk ama bu sene için kısmet değilmiş. Pansiyonların pahalılığı, yer bulma sıkıntısı ve çevresel faktörler birleşince benim muhteşem yılbaşı planı da suya düştü tabi.
Radio Tarifa isimli grupla bu yaz tanıştım ve kendilerine bir şarkıyla aşık oldum. Yana yakıla albümlerini arıyorum ama hepsi parayla indirebileceğim sitelerde mevcut. En yakın zamanda bi' sanal kart edinip bu işe bi' çözüm bulmak lazım. Sin Palabras denilen şarkıdaki vokalin yanık sesi içime işlemekte hatta beni benden etmektedir.
Bir de Naci En Almo diye bir grup vardı, onların da bir şarkısı beni bedbaht etmekteydi, derken şarkının Vengo isimli bir filmin soundtrack albümünde olduğunu öğrendim. Hemen albümü indirdim, şarkılar çok etkileyici, vokaller yine iç gıcıklıyor. Ama ben şu an deli gibi filmi merak ediyorum. Yarın (yani bugün) okula gidip herkese sormayı, bir an önce de izlemeyi istiyorum.
Bir de geçenlerde bir kitap hediyesi aldım. Elif şafak kitaplarımın yanına bir de 'Pinhan' eklendi. Bir an önce okumayı istiyorum. Sınavlara kadar okursam çok güzel olur aslında. Çünkü eminim sınava çalışmamak için Pinhan'ı kendime bahane olarak sunacağım. N'olcak benim bu halim bilmiyorum...
Ben bu yazıcığı bitirene kadar saat 6 oldu bile. bu saatten sonra en iyisi uyumamak ve okula gidip sınıf arkadaşıma acı gerçeği açıklayıp utanmak.